21 Şubat 2011 Pazartesi

Bir İntiharın Anatomisi

Geçtiğimiz günlerde Kayseri’de gerçekleşen bir intihar haberi basında yer almıştı. 36 yaşındaki banka görevlisi Hasibe Duru, çalıştığı bankadan aldığı krediyi ödeyemeyince kendini evinin kalorifer borusuna asarak intihar etmişti. Doğrusunu söylemek gerekirse bu haberi ilk okuduğumda ortaya koyduğum tepki 3. sayfa haberlerine fazla maruz kalmaktan oluşan, ince yazılmış bir duyarsızlık içermekteydi. Biraz üzücü, biraz alışılagelmiş ve sıradan bir haber olarak okuyup geçmiştim. Ancak ertesinde Umur Talu’nun Habertürk’te yayınlanan “Çıkmaz sokaklarda koştururken…” yazısını okuduktan sonra çok önemli bazı noktaları gözden kaçırdığımı fark ettim.

Talu, Marshall Berman’ın Marx’ın sözüne atıfta bulunan “Katı olan her şey buharlaşıyor” ve “Özgünlüğün Politikası” isimli kitaplarına atıfta bulunarak yazısına başlıyor ve dikkatleri “yeni kapitalizm” olgusuna çekiyor.

O an Hasibe Duru haberini ne kadar yüzeysel okuduğumun, değerlendirdiğimin, hatta hiç değerlendirmediğimin farkına varıyorum. Ve başlıyorum Marshall Berman’ı ve “Katı olan her şey buharlaşıyor”unu düşünmeye.



Kapitalist düzenle birlikte anlamını bulan yenilikçi ve ilerlemeci bir ifadeye atıfta bulunan modernizm aslında sürekli değişimi öngörmesiyle “katı olan her şeyin buharlaşmasına” neden olmakta. Böylece insanların güvenle sarılacakları, yer alacakları mekanların, durumların, kavramların da “buharlaşmasıyla” insanlar, kaba bir tabirle savrulma durumuyla karşı karşıya kalmaktadırlar ki; bu da onların köklerine bağlı kalmalarını, dolayısıyla da direnişe geçmelerini, kısacası güçlülüklerini engelleyen bir durumdur. Bir nevi pasifleştirme mekanizması… Peki modern olmak ne demektir? Berman’cı bir anlayışla modern olmak, paradoksal ve çelişkilerle dolu bir hayat sürdürmek demektir. Çağdaşlık, ortak yaşamları kontrol etme ve çoğu zaman da yok etme gücüne sahip devasa bürokratik örgütlerin gölgesi altında yaşamak, ama gene de bu güçlerin karşısına çıkmaktan, dünyayı değiştirmek ve bizim kılmaktan bir an olsun caymamak demektir. Aynı zamanda hem devrimci, hem muhafazakar olmak, yeni deneyimlere kucak açmak, her şey buhar olup giderken bile gerçek bir şeyler yaratıp onlara tutunmak istemiyle yanıp tutuşmak demektir. Hatta denebilir ki “tam anlamıyla modern olmak biraz da anti-modern olmaktır”. Kendisini en derin ironi aracılığıyla ifade etmek zorundadır. Berman iletişim ve diyaloğu modern dünyada kalan ender katı olan şeyler olarak görmekte.

Ancak ne var ki, iletişim çağı olarak vuku bulan postmodernist çağda iletişim kavramı da farklı boyutlara taşınmıştır. Talu’nun yazısında değindiği sosyal paylaşım alanı ve gerçek alan arasındaki ifade etme biçimlerindeki uyumsuzlukta da bu kendini göstermekte. İletişim kavramı da buharlaşma yoluna gitmektedir. Baudrillard’ca ifade edecek olursak, simülasyona uğrayıp yeni bir gerçekliğe, gerçek-üstü gerçekliğe bürünmekte. Sanal alan ile esas alan arasındaki uyumun dengesizliği Marshall’ın bahsettiği modernliğin handikapını, diyalektiğini yansıtmakta.

Hasibe Duru, kapitalist sisteme hizmet eden, hiyerarşik yapılandırmayı güçlendiren modernleşmenin kurbanı oldu. “Rekabetçi ve agresif çıkmazlarda” çelişkiler içinde savruldu. O da düzen içinde, yer aldığı mekandaki işlev karmaşası nedeniyle eriyip giderek sistemin işleyişine bir nevi ayak uydurdu. Ancak ne var ki, hiyerarşik yapılanma içinde düzene hizmet edecek, erimeye karşı direniş içerebilen ya da içeremeyen, tutunmaya çalışan modern dünyanın yalnızlaşmış bireyleri Duru ile aynı kaderi paylaşmakta. Mesele direniş oluşturmakta. Tez ve anti-tez birleşerek sentez oluşturabilirse eğer, ruhlar belki ”çıkmaz sokaklarına” yol verebilir. Kültürel birikim ve kültürel değişimlerin buna yardımcı olacağına inanıyorum.

Duygu Çavdar

Bu yazı 22 Ocak 2011 tarihinde Kültür Mafyası'nda yayınlanmıştır.

20 Şubat 2011 Pazar

Kutsal Klon: "Ada"

Bu yazıda Foucault, Arendt, Schmith, Benjamin’in kuramları üzerinden “Ada” (The Island) filmi incelenmektedir.

Film 2019 yılında dış dünyaya tamamen kapalı bir klonlama enstitüsünde geçmektedir. Kendisini sigorta şirketi olarak tanıtan enstitü, kendini sigortalatan üst tabakadaki insanların klonlarını yaratır. Bu klonların herhangi bir duygu, merak, sorgulama ve hissetme yetileri bulunmamaktadır Ve klonların “gerçek” yaşam alanından kopuk bir yaşam alanları vardır. Oluşturulma sürecinde klonlara, klonları oluşturanların belirledikleri, geçmişe dair sınırlı anılar, bir çalışma fikri ve yaptığı işi sevme anlayışı yüklenir. Çünkü bu klonların sistematik olarak üretilmesi sürecinde işgücüne ve emeğe gerek duyulmaktadır. Ve bu emekçiler dış dünyadan olamaz. Çünkü klonlama işlemi yasalara aykırıdır. Kısacası klonlar, klon üretme işleminde emeğini nereye harcadığını bilmeden aktif rol oynamaktadır. Aynı zamanda klonlara, enstitüye çevre kirliliği neticesinde getirildikleri ve bu yüzden de kendilerini “özel”,”şanslı” ve “seçilmiş” hissetmeleri gerektiği fikri empoze edilmektedir. Klonların var olma süresi boyunca rüyalarından, idrarlarındaki sodyum oranına kadar her şeyleri takip edilip kontrol altında tutulmaktadır. Ta ki sigorta poliçesi olan insanların bedeninde fiziki anlamda bir “olağan üstü” durum ortaya çıkana kadar. Bu durum ortaya çıktığında kullanılan klonların yokluğunun diğer klonlarda endişe yaratmasını engellemek için klonlara bir “ada” fikri ve “adaya gitme” isteği dikte edilir. Bu ada kirliliğe maruz kalmamış ve yaşanabilir tek yerdir. Herhangi bir klona ihtiyaç halinde adaya gidecek olan “şanslı” klon bir kura ile belirlenmektedir. Fakat bazı klon serilerinin “bozuk” çıkması düzenin sonunu getirecek durumların başlangıcına işaret etmektedir.

Klonistan’daki düzenin işleyişi

Lincoln 6-Echo yine kabusundan mekanik bir hayatın içine uyanır. Onu karşılayan mekanik ses odada daima biri varmış ve gözetleniyormuş hissini yaratmaktadır: “Düzensiz rem uykusu devresi tespit edildi. Lütfen durumu sakinleştirme merkezine bildirin. Ruhsal ve fiziksel durum kontrolü saat 8′de. Fizyolojik test-yüksek sodyum seviyesi tespit edildi. Beslenme kontrol merkezine haber veriliyor.” Bu repliklerden de anlaşılabileceği gibi Lincoln’un tamamen kontrol altında olan bir hayatı vardır. Tıpkı Foucault’nun “biyo-politikası”nda bahsettiği gibi baştakiler klonların tümünün yapıp ettiklerini, hatta rüyalarını kontrol altına alıp, izlemektedir. Bu tutum bireylerde oto-kontrol mekanizmasının işlemesini sağlamaktadır.

Lincoln 6- Echo ayakkabısını farklı renkte isterken aslında bir şeylerin yanlış işlediğinin sinyalini vermektedir. Odasından çıktığında kura çekme meselesinin bütün kameralarla asansörde bile aşılandığını görüyoruz. Burada bir fikri benimsetmek için kişinin bütün alıcıları bir noktaya toplanmaktadır. Böylelikle benimsetilmek istenilen düşünce kişiler farkına varmadan onların zihinlerine işlenmektedir. Bu da Althusser’ci bir yaklaşımla rıza mekanizmasının devreye girmesine neden olmaktadır.

Denetleme mekanizması her alanda işlemektedir. Sabah yapılan idrar testiyle vücudunun durumuna bağlı olarak alması ve almaması gereken yiyecekler belirlenir ve bu sonuçlar yemekhaneye gönderilir. Bilekliği onun kimliği gibidir ve bütün bilgileri içine kaydolur. Bileklik, oradaki düzen içinde onun “vatandaşlığı”nın kanıtı gibidir. Yemekhaneye gittiğinde bilekliğini okutarak yemeğini alır, fakat Lincoln 6-Echo belirlenmiş olan seçeneklerin arasından yemeğini tercih etmek zorundadır. Yani kişilerin özgürlükleri de yöneticilerin belirledikleri sınırlar içindedir. Özgürlükleri kazanılmış değil verili bir özgürlüktür. Yemekleri veren görevliye farklı bir şey istediğini söylediğinde görevlinin tepkisiyle karşılaşır ve görevli o seçeneklerin de dışında kafasına göre bir menü verir. Burada Benjamin’in anlayışından gidersek “yasa uygulayıcı” konumunda bulunan yemekhane görevlisi, düzende bulunan boşluktan yararlanıp kendi istisnasını yaratarak yasa koyucu konuma geçmiştir.

Yemekhane görevlisi Jordan Delta-2’ye de farklı bir tutum sergiler. Yemeğini Lincoln 6-Echo ile paylaşmak isteyen Delta-2 ona biraz yaklaştığında alıcılar sayesinde bu yakınlaşmayı fark eden “yasa koruyucu” konumundaki siyah elbiseli görevliler müdahale ederler. Burada beyaz giymenin zorunlu olduğu sistemde siyah giyerek kendi ayrışmasını belirleyen yasanın temsilcisi olan yasa koruyucular kendi iktidarlarını daha da görünür kılmaktadırlar. Yakınlaşmaya yapılan bu müdahalenin temelinde sistem içinde karışıklığa neden olacak kadın-erkek ilişkilerinin engellenmesi amacı vardır. Cinsellik bile kontrol altında tutulmaktadır.

Klonlara, enstitüde her türlü imkan sağlanmaktadır. Fakat spor salonlarından iş yerlerine kadar her mekanda “yasa koruyucu” görevliler vardır. Kişilerin sağlığının korunması her şeyden önce gelir ve bulunulan her mekanda bir dış ses yardımıyla “mutlu insan sağlıklı bir insandır” vurgusu yapılır.Tam da burada Foucault’un “Benim sağlığımda şüphe duyan devletten ben şüphe duyarım.” sözü aklımıza geliyor.

Düzen bozucu bir istisnai durumun varlığı:

Lincoln 6-Echo’nun gördüğü kabuslardan endişelenen Merrick onunla görüşmek için odasına çağırır. Lincoln 6-Echo düzeni sorgulamaya başlıyor ve anlamlandıramadığı şeyleri Merrick’e soruyor. (Merrick:sigorta şirketinin yöneticisidir.) Kişisel ihtiyaçlarını düzenleyen birinin olduğunu ve bunun kim olduğunu bilmediğini, neden her zaman beyaz giymek zorunda olduklarını, ada kirliliğe maruz kalmış tek yer ise tüm klonların neden oraya gidemediğini sorguluyor. Lincoln burada kurum içindeki bu durumu sorgulayan ilk kişi olduğu için istisnayı o yaratır. Bunun üzerine Lincoln; “Kirlenmişlikten kurtuldun, şanslı olanlar arasındasın.” cevabını alıyor. Merrick ; “Biz bu düzenin tesisinden sorumluyuz.” diyerek sadece klonların iyiliği için çalıştıkları düşüncesini Lincoln’e veriyor. Ve sonra Lincoln 6-Echo’nun kabuslarının içeriği hakkında konuşmaya başladıklarında Lincoln rüyasında sürekli gördüğü Renovatio adlı gemiyi betimliyor. Doktor bunun nedeni öğrenmek için Lincoln’un gözüne alıcılar yerleştiriyor. Bu sırada canının acıdığını belirten Lincoln’e “acımaz” diyerek duyuları üzerinde bile bir yetki sahibi olduğunu vurguluyor. Yasa koruyucular acıyıp acımadığına bile karar veren bir iktidar konumundadır.

Enstitünün “vatandaşları” iş sahibidir. Belli bazı tüpleri doldurmaktadırlar. Ancak tüplere ne doldurduklarını ve bu tüplerin nereye gittiğini bilmiyorlar. Yani sistemin vatandaşları, ne işe yaradıklarını bilmeden sisteme dahil oluyorlar.

Lincoln, bilgisayar sistemiyle uğraşmaktadır. Tamir departmanındaki Mac adlı arkadaşının yanına çıktığında “kirlilikten kurtulmuş” bir böcek buluyor. Ve onu Mac’e ait bir kibrit kutusuna koyarak Jordan’a göstermek için saklıyor.

Bu sırada anlamlandıramadığımız sıra dışı bir doğum olayına şahit oluyoruz. Klonlara anne karnındaki ortam yaratılıyor ve zamanı geldiğinde bu suyun içinden göbek bağı da kesilip çıkarılıyor. Bir klon kime aitse onun yaşında doğuyor. Doğduktan hemen sonra “damga”lanıp bileğine bileklik takılıyor. O sırada klonların üretildiği yeri görüyoruz , böylece diğer klonların yaptığı işin ne olduğunu anlıyoruz. Bu tüpler klonların beslenmesini sağlıyor. Yani klonlar kendi üretim süreçlerine dahil oluyorlar. Fakat onlar da sadece “görev”lerini yapıyorlar. Bu noktada “iktidar”ın klonların sağlığını gözetmesi normalleşiyor. Yaptıkları iş yasaya aykırı olduğu için dış dünyadan kişileri üretim sürecine dahil edemiyorlar. Yani yönetim hem klonlar için iktidar konumundadır hem de devamlılığını sağlayabilmeleri için klonlara muhtaçtır. Yönetim Foucault’un da haklı çıkacağı şekilde kendi çıkarı için klonların sağlığından endişe etmektedir.

Zoe ve Bios uyarlaması (Agamben)

Hamile kadınlar da zamanları geldiğinde adaya gönderiliyorlar. Lincoln böceği bulduğu yere giderek oraya serbest bırakıp peşinden gittiğinde kendini farklı bir departmanda buluyor. Adaya gittiği söylenen hamile kadının aslında orada doğum yaptığına ve doğumdan sonra öldürüldüğüne şahit oluyor. Klon bebek, sahibine veriliyor. İşte burada kendini dışarıya sigorta şirketi diye tanıtan bu kurumun ne amaçlara hizmet ettiğini anlıyoruz. Bu şirket dışarıdan, yasalara uygun bir şirket olarak gözükmektedir. 2015 yasaları bitkisel hayatta, düşünemeyen, acı hissetmeyen, kapsüller içinde yani sadece “zoe”si olan varlıklar üretilmesine izin vermektedir. Bir bakıma yasa zoe’si olan canlı üretmeyi içlemiştir. Fakat onun yasada içlenmesi bu durumun sıra dışılığını da kabul ederek bir yandan da dışlanması demektir. Kısacası “içleyerek dışlama” vardır. Ancak duyguları olmayan, yani diğer bir değişle bios’u olmayan bir klonun zoe’si dayanaklı olamamaktadır. Bu yüzden bu tesis klonların zoe’lerine sınırlı bir toplumsallık atfeder. Yani yasaları çiğneyerek klonların zoe’si ile bios’larını bir araya getirerek kendi sistemlerinin “vatandaş”larını üretirler. Fakat onları pazarlarken “bunlar bir üründür, insan değildir” diyerek tanıtmaktadırlar. “Halk”ın 60-70 yıl daha fazla yaşaması için yapılan yatırımdır bu. Birilerini yaşatmak için birilerini birilerini öldürüyorlar. Bios’u ve zoe’sinin birlikteliği tanınmış, meşru olan kesim için, yalnızca zoe’si meşru olan kesimi feda ediyorlar. Bu üst kesimin bios u ile zoe sini bir arada tutmak için yapılan bir uygulama. Hukuk bunun çerçevesini çiziyor aslında o yasanın varlığıyla. Ve şirket de yasanın denetiminden kaynaklanan boşluk dolayısıyla klon üretme istisnasını kural hale getirip bu işi süreklileştirmiştir. Yani onlara tanınan haklarla yasa uygulayıcı durumdayken yasa koyucu hale gelmişlerdir. Kendi yasalarını kendiler koyarak bir istisnayı kural hale getirmişlerdir.

“Halk” ve “halk”

Öte yandan Amerika Başkanı’nın bile klonu vardır. Bu firmanın hukuka uygunluğu bir nevi ispatlanmış durumdadır. Hatta bu kurum savunma bakanlığı ile çalışıyor, bakanlık oraya yatırımda bulunuyor. Çünkü bakanlığın kendi çıkarı söz konusu. Bu yüzden oraya müdahale etmiyor, denetlemiyor. Ve bir bakıma yasadaki açığı kendisi yaratıyor. Yani bir boşluk bırakarak kuruma bir “iktidar”, bir yetki veriyor. Tıpkı Benjamin’deki polis şiddeti gibi. Ve kurum kendi işleyişi içinde istisnayı kural haline getiriyor. Devlet, onların eski askeri bir sığınağı kullanmalarına izin vermiştir. Yani aslında yasada suç olarak gözüken bir durumu görmezden gelmekte hatta buna alet olmaktadır. İktidarın devamlılığına büyük yarar sağlayacak bir durum vardır ortada. Büyük harfle Halkı “vatandaş” olarak “iktidar” a faydalı duruma getiren biosun bu faydanın devamlı olmasını mümkün kılmak için zoeyle bir araya getirilmeleri gerekmektedir. Yani “halkın iyiliği” anlayışı o toplumda yaşayan herkes içinde barından bir şey gibi görünmesine rağmen birilerini yaşatırken birilerini feda eder. Lincoln ve Jordan’ ı yakalamak için ateş açan enstitü görevlileri orada “sağlığı” için çalıştıkları “halk”ı da kendi meşruluklarını devam ettirmek için hiçe sayarlar. Enstitü içinde klonların uygulaması ya da klonlara uygulanması meşru olmayan bu şiddet olağanüstü bir hal durumunda klonlara ya da “halka” uygulanabilmektedir. Şirketi yaşatmak için “kutlsal insan” durumunda olanları daha da bir “kutsal insan” durumuna getirebilmekte, dahası Agamben’in de dediği gibi “modern dünyada hepimiz birer kutsal insanız” tezini de doğru çıkara bilmektedir. İşte bu sebeple Agamben yaşadığımız modern dünyanın aslında bir kamp olduğunu ileri sürmektedir.

Gerçek dünya ile klon kampı arasındaki “belirsizlik mıntıkası”

Bu öldürülmeye şahit olan Lincoln 6-Echo olanları, bir sonraki ada talihlisi olarak seçilen Jordan Delta -2 ‘ye anlatır ve oradan firar ederler. Fakat bu kaçış fark edilmiştir. Diğer klonlara Lincoln’e “kirlilik” bulaştığına ve ona yaklaşınların karantinaya alınacağına dair bir güvenlik uyarısı verilir. Bunun amacı güvenlik görevlilerinin şiddet kullanırken diğer klonlara zarar vermemesidir. Lincoln ve Jordan bir köprünün üzerinde buluyorlar kendilerini. Bu köprünün üzerindeyken aslında dışarıdalar. Fakat bir sınırın içinden geçip başka bir tesise giriyorlar. İki tesis arasındaki dış dünya klonlar için bir “belirsizlik mıntıkası” teşkil ediyor. Sınırın geri tarafı aslında onların yaşam alanıydı. Belirlenen bu sınır yanıltıcıdır. Çünkü yaşam alanında bulundukları sırada burasının onlara en iyinin verildiği yer olduğunu düşünüyorlardı.fakat asıl dünya sınırın dışındadır. Kameranın üstten çekimiyle iki ayrı dünya görüyoruz. Kamplaştırılmış alan ile “ gerçek” yaşam alanı arasındaki ayrım gözler önüne seriliyor. Bu alanlar keskin bir çizgiyle ayrılmış adeta. Ve onlar nerede olduklarını ve nereye ait olduklarını bilmedikleri için bir belirsizlik durumundalar. Bu da onları kutsallığın içinde bir kutsal insan durumuna sokuyor.

Dış dünyaya çıktıklarında aslında bu tesisin yer altında olduğunu anlıyorlar. Bu tesis canlı yaşamdan uzak, sınırları olan bir bölgede kurulmuştur. Yani kamplaştırılmış bir mekandır burası. Fakat buranın kamp olması yalnızca etrafının sınırlarla belirli olmasından ileri gelmemektedir. Üretilen klonların yasa önünde hiçbir hakları olmadığı için, Arendt’in de bahsettiği gibi “devletsiz” oldukları için onlar kampa sıkışıp kalmışlardır.

Gerçek bir vatandaş olmak ve gerçek vatandaşın hegemonyası olarak “merhamet”:

Mac’ın yaşadığı yeri buluyorlar, o da onlara bir sponsorlarının olduğunu, aslında kendilerinin klon olduğunu “onlar” gibi birer insan olmadıklarını söylüyor. Çünkü insanlık bios’un varlığına ve “vatandaş” olmaya bağlı bir şey olarak karşımıza çıkıyor. Sponsorlarının olması klonların üzerinde hak iddia edebilecek yeni bir otoritenin daha varolduğunu gösteriyor. Mac’in “sizin sahiplerinizi sizin canlılığınızı umursamazlar” lafı da bu kutsal insanlığı kanıtlar niteliktedir. Yani klonların var olmaları kendi üzerindeki iktidarların “merhamet”ine bağlıdır. İlerleyen bölümlerde Lincoln “sahibi”ni bulduğunda gerçek Lincoln’un takındığı tavır bunun en güzel göstergesidir. O da kendi yaşamı, çıkarı için başka bir canlının zoésini hiçe sayabilmektedir. Gerçek Lincoln klonları enstitünün kendisini koruyacağını düşünerek ihbar ediyor. Fakat yakalandıklarında enstitü kendi itibarı için ikisinin de ölümünü göze almış durumdadır,onlara karşı şiddet kullanma hakkını kendinde görür. Bu klon serilerinin bazılarının bozuk olduğunu anlayan enstitü için artık klonun zoe’sinin yaşamasının da bir anlamı bulunmamaktadır. Bileklik gerçek Lincoln’un bileğinde olduğu için tesis görevlileri onu vurur. Bu sefer kendi yarattıkları “vatandaşları”nın içinden bozuk olanları ayırmak durumundadırlar. Aslında ilk istisna Lincoln’de görüldüğü için enstitü onun peşine düşmüştür. Fakat serilerin bozuk çıkmasıyla bu istisna kendini kural hale getirmiştir. Lincoln’un istisnasıyla oluşan olağan üstü hal durumu, serilerde bu istisna kural haline geldiği için şirket olağan üstü halin de olağan üstü halini yaratmıştır. Bu yüzden diğer klonları kuşlandırmamak için, yani bir bakıma düzenin devamlılığını sağlamaya çalışmak için Ada’ya çoklu gönderim adı altında bozuk klonları toplayıp gaz odalarında “imha” etme politikasını izleyeceklerdir. Yok edilen klonların yerine ücretsiz olarak yenilerinin yapılması bu skandalın üstünü örtecek ve düzenin devamlılığını sağlayacaktır. Normal düzende de klonların adaya gönderilmesi gelecek diğer klonlara yer açılmasını sağlayacaktır. Bu yüzden enstitünün devamlılığı için “kirlilikten kurtulan insanlar”ın olması gerekmektedir. Yani klonu üretilen insanlar hastalanacak ki onların sağlığı önemli bir şey hale gelsin. Yani iktidarın sürekliliği döngünün sürekliliği ile mümkündür.

Klonlardaki “mesiyanik gücün” açığa çıkması:

Biyo-iktidar politikalarının uygulanımının makineleştiği enstitüde klonlar da makineleşmiştir. Onlara cinsellik öğretilmemiştir. Ve bu güdünün ortaya çıkması da birbirilerine yaklaşmaları yasaklanarak engellenmiştir. Lincoln ve Jordan bu biyo-iktidar politikalarının farklı işlediği dış dünyaya çıktıklarında birbirlerine karşı bir çekim hissederler. Duygularını bastırmaksızın o çekimi yaşadıklarında ise içlerindeki ADA’yı keşfederler. (“Ada biziz!!) Burada Benjamin’in bahsettiği “mesiyanik güç” kavramı devreye girer. Benjamin “Daha önceki her kuşak gibi biz de zayıf bir mesiyanik güç ile donatılmışız.” derken hepimizin içinde var olan ve keşfedilmeyi bekleyen potasiyali kastedmişti. Onlar da içlerindeki adayı keşfederek bir parlama anında “tarih”lerini anladılar. “galipler tarafından silinen ezilenlerim geleneği”ni de kurtarmak için harekete geçtiler. Bugünü kurtarmak bugünün müdahalesiyle geçmişin potansiyalini de kurtarmaktır. İçimizdeki mesiyanik gücü keşfetmek düzen içindeki var olan döngüye bir dur demektir. Son bir istisnai durum ortaya çıkacak ve onun yarattığı olağan üstü hal de sürekli hale gelecektir. Böylece ışığı gördükleri yerde kurtuluşa erişeceklerdir. Klonların “imha” edilip yerine yenilerinin yapılacağını öğrenen Lincoln ve Jordan içlerindeki “mesiyanik güç”ü takip ederek enstitüye geri dönmüşlerdir. Lincoln 6- Echo’yu Tom Lincholn sanan enstitü görevlileri açışından -yeni klon üretme meselesi dolayısıyla-Lincoln’un enstitüde olması olağandır. Ancak kendini yukarıda adı geçen Mac’in kendisine verdiği kredi kartını kullanarak yakalatan Jordan’ın enstitüde olması enstitünün içinde bulunduğu durumu temizlemek için ele geçirdiği bir fırsat olarak algılanmaktadır. ( ayrıca burada kredi kartlarından kişilerin bulunduğu yerlerin tespit edilmesi de modern devletteki biyo-politikaların bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.)

Damganın getirdiği “normallik” :

Jordan’ı enstitüye getiren siyahi ajan Jordan’ın kolundaki “damgayı” fark eder ve orada aslında onunla arasında bir duygudaşlık kurar. Jordan ameliyathaneye öldürülmek üzere götürülürken Merrick ile konuşmaya giden ajan, Sarah Jordan’ın iyileşmesinin artık mümkün olmadığını öğrenir. Bunun üzerine buna rağmen Jordan Delta-2 nun öldürüleceğini söyler. Siyahi babasının geçmişte bir isyana karştığını ve ondan sonra da kardeşiyle birlikte kendisinin damgalandığını, böylece artık onların daha az “insan” olacağını anlatır. İşte bu damga onların duygudaşlığını doğurur. Bu damga aslında onun gibi “damgalı” olanların arasında “normal”lliği temsil edip onun içlenmişlenmişliğini gözler önüne sererken, “dış dünya”da ise onların “anormallik”leri nedeniyle dışlanmışlığını belirtir. Senin nereye ait olup olmadığını belirleyen bir işarettir. Zaman zaman bios ile zoe arasındaki bağı silikleştirebilen bir işarettir.

Kurban etmenin meşruluğu:

Ajan ile Merric’in konuşmasına dönecek olursak ajan “yaptığım işlerle gurur duymuyorum ama bence bu bir savaştı ya da iş. Öldürmek ne zaman sizin işiniz oldu?” diyor. Ajan hem düzenin işlemesi hem de düzen içinde var olabilmek adına yaptığı işin “meşru”luğunu gösteriyor bir bakıma. Merrick ise ona şöyle cevap veriyor: “Ben bilimin kutsal noktasını keşfettim. Ben hayat verdim, yaşattım.” Kutsal insan durumundaki klonların yaşama ve ölme “hak”larını elinde bulunduran bir iktidar olarak görüyor kendini. Yani klonlar “kurban edilemezken” öldürülmeleri herhangi bir suç teşkil etmiyor. “Onlar basit birer araçtır, ruhları yoktur. Buradaki olasılıklar sonsuzdur. İki yıl sonra lösemili çocukları tedavi edebileceğim. Kaç kişi bunu söyleyebilir?” Aslında Merrick’de kendisini suçlu olarak görmemektedir. Halkın iyiliği için çalıştığını vurguluyor. Klonların onun sayesinde varolduğunu ve orada rahatta olduklarını düşünüyor. Bir bakıma kendisini onların tanrısı olarak olan ilan ediyor. Yani düzene bu açıdan bakıldığında düzenin işlerliğinin devam ettirilmesi bakımından kimse suçlu değildir. Herkes “görevi”ni yerine getirir. Kaldı ki eğer bir suçlu aranacaksa bilmeden de olsa klon üretme işlemine dahil olan klonlar suçlu olacaktır.

Jordan, Lincoln ve ajan gaz odasındaki klonları kurtararak tesisi patlatıyorlar. Böylece diğer klonların da içlerindeki mesiyanik gücü körükleyerek düzenin durmasına ön ayak oluyorlar. Tesis patlayınca tüm klonlar dışarıya çıkıyor ve ışığı görüyorlar. Ve aslında geçmişlerini kurtarıyorlar. Çünkü geçmiş “tehlike anında parlayan anıyı ele geçirmek”ile anlaşılır. Artık buradan sonra Benjamin’in açık bıraktığı kapı gibi ne olacağı belirsizdir. Bilinen tek şey klonların içinde yaşadıkları düzeninin döngüsünün sona erdirildiği ve düzenin durduğudur.

Duygu Çavdar

Duygu Köse

(Bu yazı Kültür Mafyası'nda yayınlanmıştır.)

20 Ocak 2011 Perşembe

SOSYAL GÜVENSİZLİK SİSTEMİ


Güvensizlik, modern ya da modernleşmekte olan toplumların başlıca sorunlarından biri haline gelmiştir. İlk başta bu sorunun modernlikle ilgili olduğu konusunda fikirsel kopukluklar yaşanabilir. Ancak biraz detaya inildiğinde “toplumsal güvensizliğin” modernleşmeden sonra çok daha belirgin hale geldiği görülmektedir.
Geleneksel üretim döneminde daha çok kendi kendine yeten bir ekonomi söz konusuydu. Fakat özellikle sanayi devriminin getirisi olan makineleşme ile birlikte seri üretime geçilmesi, serbest ekonomi anlayışını doğurdu ve üretim tekelleşti. Önceden insanların yaptıkları işi makineler yapmaya başladığı için, insan gücüne olan gereksinim makineyi kullanmakta yetkin olabilmekle sınırlandırıldı.
Geleneksel üretim döneminde bir ürünü üretebilmek, üretimin her aşamasında yetkin olmayı gerekli kılmaktaydı. Seri üretim anlayışında ise üretim aşamalarında odaklanma söz konusudur. Yani çalışan, üretimin bir aşamasında yetkin olabilmektedir. Çoğunlukla diğer aşamalara dair ne bilgisi ne de söz hakkı olabilmektedir. Bu durum kişinin, ürüne karşı yabancılaşmasına neden olmaktadır. Yabancılaşma ise güvensizlik sorununu açığa çıkartan bir durumdur.
Ürüne karşı yabancılaşma, aslında kişinin kendi emeğine karşı da yabancılaşmadır. Üretimin parça parça gerçekleştiği seri üretim anlayışında, çalışanın üretimin diğer aşamalarındaki çalışan kesimle bağlarının olmaması ( ya da bu bağların zayıf olması), aslında bir çeşit ortak paydada oldukları, ancak tanımadıkları çalışma arkadaşlarına da yabancılaşmaları demektir. Diğer insanlara ve mekana yabancılaşma da bu “yabancılaşma tozuluna” katılınca ortaya hepsinin karışımından oluşan bir yabancılaşma doğar ki o da kişinin kendisine yabancılaşmasıdır.
Yeni düzende, kişinin kendine yabancılaşması durumuyla tezatlık olarak algılanabilecek şekilde “bireysellik” ön plana çıkmaktadır. “Modern dünyadaki” iş bölümü ya da mekanın kullanımı “birey” olarak var olmayı zorunlu kılmaktadır. Katı olarak sürekli dillendirilen birey olma tezahürü aslında bireyin modern dünyadaki yalnızlık durumunun üstünü örten bir mekanizmadan başka bir şey değildir. Aşırı bireycilik anlayışı, modern devletlerin kendi varlıklarını koruyabilmeleri için ürettikleri bir söylemdir. Bu anlayış ile toplumda oluşabilecek konsensus neticesinde kendilerine karşı doğabilecek tehlikelere karşı önlem almış olmaktadırlar.
Makineleşme ve seri üretim ile birlikte meydana gelen nüfus artışı ve göçler, metropol yaşamda zaman ve mekanın yetersizleşmesi, ayrıca insanların birbirileriyle sürekli rekabet halinde olma durumunu doğurmuştur. Artan işsizlik ve emeğin sömürüsü ile de modern devletlerin can damarı olan kaos iyice belirgin hale gelmiştir. Modern dünyanın kaosu, güvensizliği getirmiştir. Modern devletlerin çözmeyi vaat ettikleri sorunlar aslında bir bakıma beklenilen ve öngörülen sorunlardır.
Artık “modern” devletlerin “modern” sorunları vardır. Güvensizliği de bu sorunlardan biri olarak ele almak gerekmektedir. Toplumun üyeleri, tam da istenildiği üzere birbirilerine karşı sosyo-kültürel, ekonomik ya da psikolojik durumlarda güvensizlik içinde olup birbirilerine karşı gittikçe yabancılaşmaktadırlar.
Bireysel olarak tanımadığımız, sözlük anlamıyla “yabancı” insanlar artık gözümüzde potansiyel hırsız, cani, sapık, dolandırıcı gibi toplumsal düzeni bozucu unsurlardır. Otobüste arkamızda duran adamın tacizci, yolda düşüp bayılmış birinin kapkaççı olabileceği düşüncesi anlık da olsa zihinlerimizde yer kaplayabilmektedir. Aslında düzenin bu gibi eylemler nedeniyle bozulabileceği fikri ve bunun yarattığı korku nedeniyle düzen bozulmaktadır. Yani tüketim çağının “korku” özelliği bu perspektiften de vuku bulmaktadır.
Toplum üyelerinin birbirilerine karşı olan güvensizliğinin yanı sıra, devlet de toplum üyelerine karşı güvensizdir. Muhtelif zamanlarda, muhtelif kurumlara ve yerlere yerleştirilen sivil polisler, önlemsel telefon kayıtları ya da bazı resmi meselelerde istenilen sabıka kaydı bu durumun birkaç göstergesidir. Ayrıca sabıka kaydı olan ve toplumda yer almaya çalışan üyelerin resmi dairelerde görev alamama durumu da devletin önyargısal güvensizliğinin kanıtıdır.
Güvensizlik meselesine bir başka açıdan bakacak olursak, toplum üyelerinin devlete karşı olan güvensizliğinden bahsedebiliriz ki; bu da en çok adaletin işleyişinde kendini göstermektedir. Bürokrasinin adaletin işleyişini yavaşlatması ya da zaman zaman olanaksızlaştırması insanların devlete, dolayısıyla toplum içinde güvende oldukları söylemine karşı olan güvensizliklerinin sadece bir boyutudur.
Gelişme ve ilerleme ölçeğinde olumsuzlanamayan modernleşme, “güven” meselesi içinde handikapa dönüşmektedir. Çünkü modern dünyanın modernleşmekte olan insanları, modern bir sorun olan güvensizlik içinde “bireyselleştirilmektedirler”. Birbiriyle çelişkili bu kavramların böyle anlamsal bir bütünlük oluşturmaları, içimize işlemiş güvensizliğin daha da pekişmesine neden olmaktadır.

Duygu Çavdar
(Bu yazı Kültür Mafyası'nda yayınlanmıştır.)

22 Aralık 2010 Çarşamba

KÜRESELLEŞME VE DIŞA BAĞIMLILIK (ŞEKER FABRİKALARININ ÖZELLEŞTİRİLMESİ OLGUSU ÜZERİNDEN BİR DEĞERLENDİRME)

Türkiye’de özelleştirme yeni liberal politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.Özelleştirmenin nedenleri arasında özellikle sanayileşmiş ülkeler arasındaki rekabetin kızışması,iç ve dış pazarların daralmasını gösterebiliriz.Özellikle 1980’lerden itibaren ekonomide baş gösteren durgunluk ve gerileme nedeniyle Tekelci Sermayenin karlılığındaki düşüşü de atlatmak için Amerika ve Britanya’da başta kendi devletlerinde olmak üzere sosyal devlete karşı savaş açıldı.

Bu bağlamda varlıklı kesimlerin gelir vergileri düşürüldü,işçi sendikaları etkisiz duruma getirilmeye çalışıldı,karları sabit olan kamu kurumları özelleştirilmeye başlandı.Ekonomik dengenin sermayenin lehine değiştirilme çabaları krizi atlatmaya yetmediği için de gelişmekte olan ülkelerin katma değerleri eskisine oranla daha da denetlenmeye başlandı.Tüm bunlar olurken de bunlar olumlu bir çağrışım yapan “küreselleşme” teriminin altına saklandı.

“Küreselleşme,hepimizin git gide ‘tek bir dünyada’ yaşadığına işaret eden bir olgudur.” türünden ifadeler olumlu bir izlenim yaratacak şekilde insanların beynine yerleştirildi.Aslında bu tanımlama küreselleşmenin kendi gerçekliğini de bünyesinde taşımaktadır. “Tek bir dünyada yaşama”da gizlidir bu.Bu dünya gelişmiş ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda oluşturulan,bu uğurda gelişmekte olan ülkelerin fakirlik,kötü beslenme,yabancı para hakimiyetinin pekiştirildiği bir dünyadır.Teknoloji ve gelişen iletişim araçlarının da sayesiyle gelişmekte olan ülkeler tüketim ve üretim alışkanlıkları ve emekleriyle de gelişmiş ülkelerin,yani sermayenin iyice etkisi altına girmektedirler.

Bu durumu şekerin özelleştirilmesi meselesinde de açıkça görebiliriz. Şeker Şirketi, 1925 yılında “Şeker İnhisar Kanunu” gereği kuruldu. 2000 yılına gelindiğinde, Türkiye’de 25’inin sermayesinin tamamı devlete ait 27 adet şeker fabrikası vardı. Şeker fabrikalarının dışında, şirkete ait makine fabrikaları, elektromekanik aygıtlar fabrikası ve tohum üretim çiftliği (Sarımsaklı Tohum Üretim Çiftliği) vardı. TSFAŞ, 2000 yılında özelleştirme kapsamına alındı. 2001 de “Yeni Şeker Yasası” çıktı.Şeker Yasası gereğince de Şeker Kurulu oluşturuldu.

Yeni Şeker Yasası ile şeker pancarı,şeker ve yan ürünlerin fiyat belirlenmesi güdümlü olarak oluşturulan şeker kuruluna veriliyor.Bu durum da üretimi olumsuz olarak etkiliyor.Şeker fiyatlarında vergilerden meydana gelen artışlar tüketiciye doğrudan yansıtılmaya başlanıyor.Bunun sonucunda da şeker ve tatlandırıcı piyasasındaki etki zarar görmeye başlıyor.Ayrıca verimli çalışan fabrikaların özelleştirilmesi ile özel kesime haksız bir kazanç aktarılmaya başlandı.Verimsiz arazilerde pancar üretimini desteklemek ve bu bağlamda istihdam yaratmak amacıyla kurulan fabrikaların kapatılmasıyla da üretim düşmeye başladı. Şeker pancarından elde edilen şeker üretimine getirilen kota ile üretim olumsuz etkilendi ve kimi dış ve iç güçlere haksız kazanç aktarılmaya başlandı (Türkiye’de nişasta bazlı tatlandırıcı kotası %15’e kadar çıkarıldı, oysa Avrupa Birliği’nde bu kota %2’ler civarında). Şeker pancarı üretiminin düşmesiyle pancar çiftçisi fakirleşme sürecine girdi, işsizlik artmaya başladı, hayvansal üretim ve nakliye sektörünün de zarar gördüğünü söyelebiliriz.Çünkü şeker posası hayvan yetiştiriciliği ve besiciliğinde önemli ve ucuz bir besin kaynağıdır.Ayrıca şeker pancarı taşımacılık sektöründe 25 milyon ton yük sağlamaktaydı.Üretimin düşmesi,imkanların kısıtlanması bu sektörleri de etkileyecektir.Ayrıca şekerde var olan yeterlilik de 2000’den bu yana sona ermeye başladı ve dışa bağımlılık kendini göstermeye başladı.

Kısacası “küreselleşme” olgusu adı altında ilerleme,gelişme,yenilik gibi vaatlerle özelleştirmeler ülkeleri dışa bağımlı hale getirmektedir.Küreselleşmenin vaatlerinden olan “dünyanın her yerindeki insanların dünyanın her yerindeki zenginliklerden yararlanması” düşüncesi aslında insanların dünyanın belli kesimlerinde birikmiş olan zenginliklerin etkisiyle ve o zenginlikleri daha da arttırmak için kendi içindeki eşitsizlik,ve “refahsızlık” pahasına “küreselleşme” umuduyla bağımlı hale gelmesi şeklinde boy göstermektedir.Yani küreselleşme aslında bizleri etrafa yaydığı ortak bir dünya yerine kutuplaşmış bir dünyaya maruz bırakmaktadır.Gelişmiş ülkeler deyince aklımıza “batı”,gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkeler deyince de “doğu” kavramları gelmesini bile “küreselleşme” denilen olgunun kendi için elde ettiği bir başarı olarak görmekteyim.

Ayrıca küreselleşme yalnızca ekonomik etmenler sonucu ortaya çıkan bir olgu değildir.Ekonomik,politik,sosyal ve kültürel etmenleri bir arada düşünmeliyiz.Bunu da göz önünde bulundurarak küreselleşmenin dünya sistemi içindeki yerimizi belirlemenin yanında günlük hayatlarımızı da etkilediğini söyleyebiliriz.Özelleştirmeler sonucunda üretim-tüketim alışkanlıkları,emek gücü ya da gelirler değişeceği için toplumdaki diğer unsurlarla olan ilişkiler hatta kendi kendimizle olan ilişkiler değişecektir.Yani küreselleşme aslında özel hayatlarımıza da nüfuz etmektedir.

Dışa bağımlı olmak ifadesini,özgünlüğün yitirilmesi,ekonominin geride kalmaya mecbur olması demektir.Kısacası bu bizi emperyalizme yaklaştıran bir durumdur.Bu yüzden özelleştirme projelerini onaylamadan önce tüm bunları göz önünde bulundurmak gerektiğine inanıyorum.

19 Aralık 2010 Pazar

"OKU!"

Bugün, çocukluğumdan kalma Çorlu’daki kitaplığıma göz gezdirerek, o yıllarda neler okuduğumu, nelere karşı ilgimin olduğunu hatırlamak istedim. Kitaplık, o zamanki yaşımın ve düzeyimin de etkisiyle gençlik kitapları ve polisiye romanlarıyla dolu. Şeker Portakalı, Sofie’nin dünyası, Bir Çift Yürek, Da Vinci’nin şifresi, Melekler ve Şeytanlar, Yanık Yüz gibi. Tüm bu kitapları nasıl ilgi ve merakla okuduğumu anımsarken, gözüm Montaigne’nin Denemeler’ine ilişti. Ve o kitabı okuduğum zamanlara dair anlar gözlerimin önüne geldi.

Yaşım on dört. Lise hazırlık sınıfına yeni başladık. LYS stresini üzerimizden yeni yeni atıyoruz. Bir yandan da okuldaki arkadaşlarımızla kaynaşıp derslere odaklanmaya çalışıyoruz. Her şey güzel yani. Olması gerektiği gibi.

Derken Türkçe öğretmenimiz geliyor ve okuyup özetlememiz için bize bir kitap ödevi veriyor. Montaigne’nin Denemeler’ini. Hepimiz Montaigne’yi bir şekilde duymuşuz, biliyoruz. Kimimiz hevesle, kimimiz ödev olmasının verdiği mecburiyetle okumaya başlıyoruz. Ama pek ilerleyemeden tıkanıyoruz. Yeteri kadar anlayıp sindirememişliğimizden kaynaklanıyor olsa gerek, sıkılıyoruz. Kitap elimizde sürüklenir hale geliyor. Cümleler tekrar tekrar okunuyor, ancak zihinler bir türlü bütünün vermek istediği mesaja odaklanamıyor. Bir süre sonra bakıyoruz ki Montaigne’yi anlama derdinden vazgeçmişiz. Ödevi bir an önce bitirip, üzerimizdeki bu baskıdan kurtulma fikrine odaklanmışız. Hal böyle olunca, kitap elimizde daha bir sürüklenir olmuş.

Neyse ki bir şekilde, zarla zorla, şimdi artık kimimiz değil, tümümüz mecburiyet hissine kapılarak, kitaptan cümleler alıntılayarak ödevi bitiriyoruz. Sonuç ise şuan dönüp baktığımda oldukça üzücü. Montaigne’nin Denemeler’inden hüsranla çıkıyoruz ve kitabı öteliyoruz. Dört sene boyunca ilk sene yaşadığımız bu durumun vehametini anlamamış bir şekilde, espirilerle karışık olarak durumu “Montaigne Kabusu” olarak nitelendiriyoruz.

Lise hayatımız bitiyor. Şimdi ise üniversiteye merhaba dedik. Sosyolojiye giriş dersinde sosyolojinin ne olduğunu sindirmeye çalışırken, bu kez de üniversite hocamız bir kitap özetleme, yorumlama ödevi veriyor. Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler’ini. Okumaya başlıyoruz ve görüyoruz ki anlamıyoruz. Var olan milliyetçilik, millet, egemenlik, cemaat bilgimiz, anlayışımız kitabı anlayıp yorumlamamıza yetmiyor. Ve sonuçta “Hayali Cemaatler”de bir nevi Montaigne’nin Denemelerinin kabusuna dönüşüyor.

Zaman geçiyor ve birikim kazanıyoruz. Arkadaşlarla bazen aramızda konuşuyoruz; “Hayali Cemaatler’i şimdi elimize alsak yüksek ihtimalle sorun yaşamayız.” diye. Ancak bizim kendi karakteristik zayıflığımızdan olsa gerek, okumaya bir türlü yanaşamıyoruz. Derken üçüncü sınıfa geliyoruz. Kültür sosyolojisi dersinin okuma listelerine göz gezdirirken tüm gözler tek bir noktaya odaklanıyor. “Hayali Cemaatler”. Amfide fısıltılar, bakışmalar, gülüşmeler baş gösteriyor.

Okumalar yapılıyor, sınavlar yaklaşıyor. Ve biz Anderson’u hala okumadık. Okumak istemek ile istememek arasındaki bir yerlerde çatışma yaşıyoruz. Sonra bir gün gözümü karartıp alıyorum elime kitabı. Kitap bir çırpıda bitiyor. İki sene boyunca önyargılarla anımsadığımız kitap, artık anlam derinliği yoğun, okuması zevkli bir kaynak olarak gözüküyor gözüme. Artık arkadaşlarla aramızda; “Nasıl da anlayamamışız, nasıl da sıkılmışız!” türünden konuşmalar geçiyor.

İşte bu sıralar Montaigne’yi hatırlıyorum. Zihnimin derinliklerinden, tekrar okumam gerektiği fikrini söküp yüzeye çıkartıyorum. Ancak bunu bu kadar geç göz önünde bulundurduğum için de kendime kızıyorum.

Doğrusunu söylemek gerekirse, o ödevleri veren öğretmenlerime de biraz kızmadan edemiyorum. Onların, bu “değerleri” okuyup birikim elde etmemizi istediklerinin farkındayım. Yalnız bir yerlerde hata olduğunu düşünüyorum. Zamanlama ya da uygulama hatası gibi. Ancak bu durumu kişiler bazına indirgemek yanlış olur. Durumu ya da hatayı sistem ölçeğinde ele almak gerektiğine inanıyorum.

Öyle bir eğitim sistemine sahibiz ki, öğrencilerin düzeylerini göz ardı ederek onları eğitmeye çalışıyoruz. Örneğin on yaşında olan bir öğrencinin şu algı düzeyinde olması gerekir diye düşünerek, onları kalıplaşmış sisteme uydurmaya, dahil etmeye çalışıyoruz. Zeka düzeylerini, algılayış biçimlerini, sosyo-kültürel yaşam biçimleri tarafından biçimlenmiş olan ve farklılık gösteren birikimlerini, yeteneklerini göz ardı ederek, tek tip bir sistemin içinde, onları forme etme yoluna gidiyoruz. Kişisel ilgi ve merakların pek bir önemi yok! Önemli olan eserleri ezbere bilmeleri, problemlerdeki sayıları formüllere oturtabilmeleri.

“Denemeler” ve “Hayali Cemaatler” benim hayatıma zamanlama hatası olarak girdiler. Eminim ki birçoğumuzun zihninde bunlara benzer örnekler vardır. Türk eğitim sistemi içinde yetişmek böyle bir şey olsa gerek.

Ne yazık ki, kitap okuma alışkanlığının düşük olduğu bir toplumuz. Bunun, diğer toplumsal sorunların tümünün kökünde yatan neden olduğu kanaatindeyim. Ayrıca Voltaire’nin de dediği gibi; “Ülkeleri yönetenler insanlar değil, kitaplardır.” Okuyan insan, okudukça bilgisizliğini, yetersizliğini hissedecek, bu hissi tattıkça daha çok okumak isteyecek, okudukça da yeni şeyler öğrenmenin verdiği hazzı yaşayacaktır. Sonsuz bir döngüdür bu. Sürekli dillerde olan bir söze ben de hak vermekteyim. “Çocuklara küçük yaştan itibaren okuma alışkanlığı kazandırılması gerekmektedir.” Ancak savunduğum bir şey var ki, o da ödev ile çocuklara okuma alışkanlığının ve kitap sevgisinin aşılanamayacağı. Ödev, algılarda zorunluluğu çağrıştırmaktadır. Başkalarının, sizin ne yapacağınıza karar verdiğinin hükmünü belirten kuraldır. Yani kendi isteğinizin ötesinde bir şeydir. Bu durum da insan psikolojisinde zaman zaman ters tepkiye neden olabilmektedir.

İlkokul çağındaki çocuklara, “Şu kitabı oku.” demek, onları kitap okumaya karşı isteksizliğe, dahası okumaya karşı gizli bir direnişe götürebilmektedir. Halbuki çocuk, kitap okumaya özenerek, isteyerek okumalıdır. O yaşlarda yoğun olarak açığa çıkan merak güdüleri, aslında onları kitaplara yaklaştırmakta kullanabileceğimiz bir silahtır. Çocuklar rol model alarak öğrenmeye de meyilli oldukları için, aile “kitap okumayı sevdirme seferberliğinde” baş rollerde olmalıdır. Örnek olma, bir kitaba karşı merak uyandıracak konuşma içinde bulunma ufak ancak önemli adımlar olabilmektedir. Eğitim sistemimizdeki ezberci, dayatmacı ve içi boş eğitim anlayışından da vazgeçildiğinde kitaplara ciddi olarak yönelme ve güvenme olacaktır. Bu da bizi bilinçli ve sağlıklı bir topluma taşıyacaktır.

Duygu Çavdar

17 Aralık 2010 Cuma

BİREY OLMAK: Eşitlik, Özgürlük ve Özgür İrade Üzerine

"Her insan özgür ve eşit doğar. İnanç özgürlüğü diye bir şey vardır." Ne büyük yalan. Evet, bu olması gerekendir. Ancak ne var ki toplumsal hayata kuş bakışı baktığımızda bile bunun ütopik bir söylem olarak kaldığını görmekteyiz.

İnsanlar eşit doğmazlar. Doğamazlar. Doğumla birlikte içine düşülen toplumsal hayatta, birileri birilerine göre daha eşit kılınmıştır zaten. Parçası olduğumuz aile, ekonomik ve sosyal hiyerarşide nerede yer alıyorsa biz de o katmanda yer almaktayız. "Toplumsal hiyerşi" ve "katman" ile Marx'ın bahsettiği sınıf kavramına atıfta bulunmuyorum. Çünkü post-modern dünyada hiyerarşik yapılanmanın kesin çizgilerle ayrıldığını düşünmüyorum. Günümüzde ekonomik düzey ve toplumsal yaşam kalıplarına bakarak ismi belirli bir sınıf portresini işaret etmek pek mümkün olmamaktadır. Hiyerarşik yapılanmadaki tabaklaşma geçirgendir. Katmanlar etkileşim halindedir. Post-modern dünya içinde değerlendirilen "tüketim toplumu"nda esas olan, "sembolleri, idealleri, fantazmaları" tüketmektir. (Baudrillad; Tüketim Toplumu). Ve bu tüketim anlayışı da toplumun bütününe hitap etmektedir.Sınıf tezahürünün günümüzde değiştiğini kendi yaşam biçimimizi gözlemleyerek de görebilmekteyiz. Örneğin, benim babam kapitalist bir üretim fabrikasında işçi olarak çalışmaktaydı. Ancak gerek ekonomik, gerekse sosyo-kültürel bakımdan "orta sınıf burjuva" özelliklerine sahip bir aile olduğumuzu söyleyebilirim.

Özgürlük kavramından bahsedecek olursak, toplumda yaşamanın bir kuralı olarak "başkalarının özgürlüğünü engellemeyecek kadar özgürüzdür." Buna bir itirazım yok. Çünkü insan özgürlüğe, toplumsal yaşam da düzene ihtiyaç duymaktadır. Aynı zamanda insan toplumsal yaşama da ihtiyaç duymaktadır. (Dahası toplumsal hayattan kaçma gibi bir durum pek mümkün değildir.) Bu yüzden toplumsal olanın içinde yer alabilmek için insan, özgürlüğüne zaman zaman sınırlar çizmek durumunda kalmaktadır. İnsan, toplumsal olanı meydana getiren temel unsur olan "birey"e, ancak bir nevi otokontrol olan bu özgürlük sınırlaması ile dönüşmektedir. Demokrasi, toplumsal olan ile birlikte var olan bir ideolojidir. Ancak gelin görün ki, toplumsal hayatın içinde yer alan "demokratik özgürlük", siyasi yaşam içinde sınırlandırılmakta ve kişilerin "birey"likleri tehlikeye düşmektedir. Dolayısıyla gerçek anlamda var olan "toplumsallık" da tehlikededir. Tam da burada iktidar ve üniversite öğrencileri arasındaki anlaşmazlıklardan, ayrıca üniversitelere sokulan sivil polislerden bahsetmek gerekmekte. Fakat bu başlı başına ele alınması gereken bir konu olduğu için, şimdilik başka bir yazıya erteliyorum.

Bu yazıda vurgu yapmak istediğim diğer bir nokta da , özgürlüğün "irade" kavramıyla olan ilişkisi. İnsanlar doğdukları andan itibaren Pavlo'cu bir zihniyetle, kendi iradeleriyle seçim yapmamaya koşullandırıldıkları için, var olduğu söylenen "özgür irade"kavramı da bir söylemden öteye gidememektedir. Bu konu hakkındaki göüşlerimi bir örnek olay üzerinden ifade etmek istiyorum.

Latin Amerika'da polis ve öğrenciler arasında çıkan çatışmanın haberini izliyorum. Görüntüler pek tanıdık. Polis, eylemde olan öğrencilere saldırıyor, kimilerinin saçlarından sürüklüyor. Aynı şekilde öğrenciler de polise karşı hücumda. Eylemin nedeni, okullarda zorunlu din dersinin kaldırılması. Seyir halindeyken eylemin nedenini tuhaf bulduğumu farkediyorum. Ancak Arjantin'in sistemi hakkında bilgimin olmadığını göz önünde bulundurarak, yargılarıma geçici süreyle, anlık olarak ket vurma kararı alıyorum. ( An itibarıyla elimde bilgi alma olanaklarının olmamasından dolayı.) Düşüncelerim, konuyla alakalı olarak kendi toplumsal yaşamamız üzerinde gezinmeye başlıyor. Konu, çevremdeki insanlarla sık sık tartıştığım bir konu. Bu yüzden yargılarım zaten hazır.

Doğuyorum, kimliğime "müslüman" yazılıyor. Kulağıma ezan sesi ile birlikte üç kez ismim fısıldanıyor. Kimliğime her baktığımda kan grubumun ne olduğunu hatırlamakla birlikte, dinimin "İslam" olduğunu hatırlıyorum. Üstüne üstlük ilk okuldan lisans seviyesine kadar okullarda verilen din dersi sayesinde, müslümanlığın içeriğinden çok "müslüman olma"yı öğreniyorum. Okullardaki zorunlu din bilgisi dersine karşı olduğumu dile getirdiğimde ise, yadırgar bir tavırla, "öğrenme çağındaki çocuklara dinin tanıtılması ve sevdirilmesinin" amaç olduğu söyleniyor. Aslında din, çocuklara dayatılıyor. Şöyle dönüp geriye baktığımda gerçekten, islamiyete dair kayda değer bilgiler verilmediğini görüyorum. Ayrıca başka dine mensup öğrencilerin demokratik özgürlükleri de bu konuda engellenmiş oluyor.

Ben düşüncelerimi dile getirdikçe, uygulamanın bu olduğu, inanıp inanmamakta özgür olduğum ifade ediliyor. Ancak gözden kaçırılan (daha doğrusu öyle davranılan) bir şey var. Bireyler doğdukları andan itibaren "müslüman olma" unsuruyla birlikte toplumun içinde sosyalleşme sürecini yaşadıklarından dolayı, bu konu hakkında özgür iradelerini kullanmayı bilmiyorlar. Zaten inançları birileri tarafından belirlenmiş olarak var oluyorlar. Zihinlerde kalıp yargılar oluşturulmuş. Bu safhada özgür iradeyi devreye sokup, objektif düşünüp din seçmek biraz zor gibi gözüküyor. İmkansız değil. Ancak toplumun genel kesimi düşünüldüğünde gerçekten zor.

Halbuki nüfus cüzdanlarındaki din bölümü en başından beri boş bırakılsaydı, din bilgisi dersleri isteğe bağlı olsaydı ve dersler dini gerçek anlamda öğretir olsaydı "özgür irade" kavramı söylem olmaktan biraz daha öteye gitmiş olurdu. Ve bireyler de daha "birey" olurdu.

Duygu ÇAVDAR

15 Aralık 2010 Çarşamba

"WIKILEAKS NE Kİ? İLAÇ MI?"

Malumunuz son günlerde bir Wikileaks’tir gidiyor. Yerel-özel her radyo ve tv kanalında, yazılı basında, kısacası her bültende bahsediliyor bu konudan. Wikileaks’te belgelerin açıklanmasının yarattığı diplomatik sarsıntı başlı başına incelenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken temel bir konu. Ancak bugün benim üzerinde durmak istediğim nokta Wikileaks’in halkın üzerindeki etkisi. Hatta gözlemlerimden sonra bu noktayı biraz daha geri çekip, halka göre Wikileaks’ın ne olduğu üzerinde durmak zorunda kalmaktayım.

Wikileaks henüz belgeleri açıklamaya başlamadan önce habere yoğun bir şekilde basında yer verildi. “Dünya nefesini tuttu, Wikileaks’ın belgeleri açıklamasını merakla bekliyor.” Belgeler açıklandıkça diplomaside titreşimler oluyor. Wikileaks dizisinin baş yıldızlarından biri de Türkiye. Türkiye ile ilgili 15.000 in üzerinde belgenin var olduğu söylenmekte. Ülkeler arası ilişkilerimiz hakkında, cumhurbaşkanı, başbakan ve birçok bakan hakkında açıklanan bilgiler ayrı ayrı haberleştirilerek sunuluyor halka. Dünya duruyor, medyada “wikileaks” konuşuyor. İç ve dış diplomasi deprem tehlikesinde. Kısacası bu konu gündemde çok yönlü bir haber ağı oluşturuyor.

Wikileaks’ın belgeleri açıklamaya başlamasının üzerinden 3 gün geçmiş durumda. Hasta olduğumu haber alan bir arkadaşım halimi hatrımı sormak için beni aramış. Havadan sudan konuşuyoruz. Bir süre sonra bakıyorum arkadaşın telefonu kapatmaya niyeti yok, ancak sohbet de yürümüyor, o anda gayri ihtiyari olarak soruveriyorum “Wikileaks hakkında ne düşünüyorsun?” diye. Pek araştırmadığını söylüyor. Ve soruyor: “Wikileaks bir dergi dimi? Neyi açıklıyormuş peki?” bunu duyunca açıkçası oldukça şaşırıyorum ve rahatsız oluyorum. Bu hislerimi gizleyememiş olmalıyım ki, arkadaşım öğrenmeye çalıştığını söylüyor. Kendimi toparlayıp, bildiklerimi, izlediklerimi elimden geldiğince anlatmaya çalışıyorum. Ama ne yalan söyleyeyim büyük hayal kırıklığına uğramış bulunuyorum.

Bu olayın üzerinden yaklaşık olarak bir hafta geçiyor. Wikileaks hala basında büyük yer kaplamakta. Bir yandan belgeler açıklanmaya devam ediyor, bir yandan muhalefet ve iktidar kendi arasında “wikileaks” savaşı yaşıyor. Ülkeler arasındaki kritik durumdan bahsetmiyorum bile. Derken Star Haber’de bir haber çıkıyor karşıma. Mikrofon vatandaşa uzatılıyor ve “Wikileaks nedir?” sorusuna yanıt aranıyor. Başlarda soruyu çok yadırgıyorum. “Wikileaks’in belgeleri açıklaması hususunda ne düşünüyorsunuz?” türünden bir soru sorulmasının çok daha mantıklı olacağını düşünüyorum. Ancak haberi izleyince bu düşüncemden hemen vazgeçiyorum. Çünkü verilen yanıtlar karşısında dehşete düşüyorum. Dehşete düşmek deyiminin kulağa biraz ağır geldiğinin farkındayım. Ama yine de durumu açıklayan en uygun ifadenin bu olduğunu düşünüyorum. Güzel vatandaşım ya Wikileaks’i duymamış ya da Wikileaks’ın ilaç adı, tekstil markası, çizgi film karakteri, sporcu olduğu üzerinde yorumlar yapıyor. Söylenenler o kadar uç noktalardaki bunun bir şaka olup olmadığı üzerinde tereddütler yaşıyorum.

Şuan hala daha bu haberin bir abartı olmasını diliyorum ve görüyorum ki haberde abartı unsuru kullanılmış. Ancak ne var ki birkaç arkadaşımla aramda geçen muhabbetten de feyz alarak gerçeklik payı olduğu fikri beynimin içinde dolaşıyor.

Etrafımız hızla gelişen teknolojinin önemli bir uzantısı olan kitle iletişim araçlarıyla sarılmış durumda. Hatta öyle bir durumdayız ki, kitle iletişim araçlarının esiri olduk. Her türlü ihtiyacımızı sanal olanın üzerinden tatmin etme arayışındayız. Televizyonu, telefonu, radyosu, interneti, yazılı basını hepsi birbiri içine geçmiş durumda.

Eski çağlar nezdinde düşünüldüğünde artık bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğunu görmekteyiz. Enformasyon toplumu olarak adlandırılan günümüzde bilgi artık her yerde her şekilde bulunmakta ve kullanılmaktadır. Bilgiye ulaşmanın araçları ise, sosyo-kültürel ve ekonomik farklılıklara rağmen sınıf tezahürüne tezat bir şekilde toplumun büyük kesiminin elinin altında. Ancak bilgiye ulaşımın bu kadar kolay olması bilgiyi değersizleştirmektedir. Hepimizin bildiği bir şey vardır ki, insanoğlu ulaşılması zor olan şeyleri arzulamaktadır.

Ayrıca teknoloji çağında makinalar bir zamanlar insanların yaptığı işleri artık insanlar için yapar duruma geldiklerinden, teknoloji çağı insanlar bazında “tembellik çağına” dönüşmektedir. Enformasyon toplumunda esas olan kol gücü değil, kafa gücüdür. Kol gücünü gerektirecek şeyleri zaten makinalar yapmakta. Bu bakımdan düşünüldüğünde insanın düşünmeye ayıracak zamanı ve enerjisi olmalı. Ancak makinalar insanı her bakımdan köreltmekte, düşünmek gerektiğini düşünmez hale getirmektedir. Kısacası bilgiye ulaşmanın en kolay çağı olan “bilgi çağı” bilgisizleştirme özelliğiyle nam salar hale gelmektedir.