19 Aralık 2010 Pazar

"OKU!"

Bugün, çocukluğumdan kalma Çorlu’daki kitaplığıma göz gezdirerek, o yıllarda neler okuduğumu, nelere karşı ilgimin olduğunu hatırlamak istedim. Kitaplık, o zamanki yaşımın ve düzeyimin de etkisiyle gençlik kitapları ve polisiye romanlarıyla dolu. Şeker Portakalı, Sofie’nin dünyası, Bir Çift Yürek, Da Vinci’nin şifresi, Melekler ve Şeytanlar, Yanık Yüz gibi. Tüm bu kitapları nasıl ilgi ve merakla okuduğumu anımsarken, gözüm Montaigne’nin Denemeler’ine ilişti. Ve o kitabı okuduğum zamanlara dair anlar gözlerimin önüne geldi.

Yaşım on dört. Lise hazırlık sınıfına yeni başladık. LYS stresini üzerimizden yeni yeni atıyoruz. Bir yandan da okuldaki arkadaşlarımızla kaynaşıp derslere odaklanmaya çalışıyoruz. Her şey güzel yani. Olması gerektiği gibi.

Derken Türkçe öğretmenimiz geliyor ve okuyup özetlememiz için bize bir kitap ödevi veriyor. Montaigne’nin Denemeler’ini. Hepimiz Montaigne’yi bir şekilde duymuşuz, biliyoruz. Kimimiz hevesle, kimimiz ödev olmasının verdiği mecburiyetle okumaya başlıyoruz. Ama pek ilerleyemeden tıkanıyoruz. Yeteri kadar anlayıp sindirememişliğimizden kaynaklanıyor olsa gerek, sıkılıyoruz. Kitap elimizde sürüklenir hale geliyor. Cümleler tekrar tekrar okunuyor, ancak zihinler bir türlü bütünün vermek istediği mesaja odaklanamıyor. Bir süre sonra bakıyoruz ki Montaigne’yi anlama derdinden vazgeçmişiz. Ödevi bir an önce bitirip, üzerimizdeki bu baskıdan kurtulma fikrine odaklanmışız. Hal böyle olunca, kitap elimizde daha bir sürüklenir olmuş.

Neyse ki bir şekilde, zarla zorla, şimdi artık kimimiz değil, tümümüz mecburiyet hissine kapılarak, kitaptan cümleler alıntılayarak ödevi bitiriyoruz. Sonuç ise şuan dönüp baktığımda oldukça üzücü. Montaigne’nin Denemeler’inden hüsranla çıkıyoruz ve kitabı öteliyoruz. Dört sene boyunca ilk sene yaşadığımız bu durumun vehametini anlamamış bir şekilde, espirilerle karışık olarak durumu “Montaigne Kabusu” olarak nitelendiriyoruz.

Lise hayatımız bitiyor. Şimdi ise üniversiteye merhaba dedik. Sosyolojiye giriş dersinde sosyolojinin ne olduğunu sindirmeye çalışırken, bu kez de üniversite hocamız bir kitap özetleme, yorumlama ödevi veriyor. Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler’ini. Okumaya başlıyoruz ve görüyoruz ki anlamıyoruz. Var olan milliyetçilik, millet, egemenlik, cemaat bilgimiz, anlayışımız kitabı anlayıp yorumlamamıza yetmiyor. Ve sonuçta “Hayali Cemaatler”de bir nevi Montaigne’nin Denemelerinin kabusuna dönüşüyor.

Zaman geçiyor ve birikim kazanıyoruz. Arkadaşlarla bazen aramızda konuşuyoruz; “Hayali Cemaatler’i şimdi elimize alsak yüksek ihtimalle sorun yaşamayız.” diye. Ancak bizim kendi karakteristik zayıflığımızdan olsa gerek, okumaya bir türlü yanaşamıyoruz. Derken üçüncü sınıfa geliyoruz. Kültür sosyolojisi dersinin okuma listelerine göz gezdirirken tüm gözler tek bir noktaya odaklanıyor. “Hayali Cemaatler”. Amfide fısıltılar, bakışmalar, gülüşmeler baş gösteriyor.

Okumalar yapılıyor, sınavlar yaklaşıyor. Ve biz Anderson’u hala okumadık. Okumak istemek ile istememek arasındaki bir yerlerde çatışma yaşıyoruz. Sonra bir gün gözümü karartıp alıyorum elime kitabı. Kitap bir çırpıda bitiyor. İki sene boyunca önyargılarla anımsadığımız kitap, artık anlam derinliği yoğun, okuması zevkli bir kaynak olarak gözüküyor gözüme. Artık arkadaşlarla aramızda; “Nasıl da anlayamamışız, nasıl da sıkılmışız!” türünden konuşmalar geçiyor.

İşte bu sıralar Montaigne’yi hatırlıyorum. Zihnimin derinliklerinden, tekrar okumam gerektiği fikrini söküp yüzeye çıkartıyorum. Ancak bunu bu kadar geç göz önünde bulundurduğum için de kendime kızıyorum.

Doğrusunu söylemek gerekirse, o ödevleri veren öğretmenlerime de biraz kızmadan edemiyorum. Onların, bu “değerleri” okuyup birikim elde etmemizi istediklerinin farkındayım. Yalnız bir yerlerde hata olduğunu düşünüyorum. Zamanlama ya da uygulama hatası gibi. Ancak bu durumu kişiler bazına indirgemek yanlış olur. Durumu ya da hatayı sistem ölçeğinde ele almak gerektiğine inanıyorum.

Öyle bir eğitim sistemine sahibiz ki, öğrencilerin düzeylerini göz ardı ederek onları eğitmeye çalışıyoruz. Örneğin on yaşında olan bir öğrencinin şu algı düzeyinde olması gerekir diye düşünerek, onları kalıplaşmış sisteme uydurmaya, dahil etmeye çalışıyoruz. Zeka düzeylerini, algılayış biçimlerini, sosyo-kültürel yaşam biçimleri tarafından biçimlenmiş olan ve farklılık gösteren birikimlerini, yeteneklerini göz ardı ederek, tek tip bir sistemin içinde, onları forme etme yoluna gidiyoruz. Kişisel ilgi ve merakların pek bir önemi yok! Önemli olan eserleri ezbere bilmeleri, problemlerdeki sayıları formüllere oturtabilmeleri.

“Denemeler” ve “Hayali Cemaatler” benim hayatıma zamanlama hatası olarak girdiler. Eminim ki birçoğumuzun zihninde bunlara benzer örnekler vardır. Türk eğitim sistemi içinde yetişmek böyle bir şey olsa gerek.

Ne yazık ki, kitap okuma alışkanlığının düşük olduğu bir toplumuz. Bunun, diğer toplumsal sorunların tümünün kökünde yatan neden olduğu kanaatindeyim. Ayrıca Voltaire’nin de dediği gibi; “Ülkeleri yönetenler insanlar değil, kitaplardır.” Okuyan insan, okudukça bilgisizliğini, yetersizliğini hissedecek, bu hissi tattıkça daha çok okumak isteyecek, okudukça da yeni şeyler öğrenmenin verdiği hazzı yaşayacaktır. Sonsuz bir döngüdür bu. Sürekli dillerde olan bir söze ben de hak vermekteyim. “Çocuklara küçük yaştan itibaren okuma alışkanlığı kazandırılması gerekmektedir.” Ancak savunduğum bir şey var ki, o da ödev ile çocuklara okuma alışkanlığının ve kitap sevgisinin aşılanamayacağı. Ödev, algılarda zorunluluğu çağrıştırmaktadır. Başkalarının, sizin ne yapacağınıza karar verdiğinin hükmünü belirten kuraldır. Yani kendi isteğinizin ötesinde bir şeydir. Bu durum da insan psikolojisinde zaman zaman ters tepkiye neden olabilmektedir.

İlkokul çağındaki çocuklara, “Şu kitabı oku.” demek, onları kitap okumaya karşı isteksizliğe, dahası okumaya karşı gizli bir direnişe götürebilmektedir. Halbuki çocuk, kitap okumaya özenerek, isteyerek okumalıdır. O yaşlarda yoğun olarak açığa çıkan merak güdüleri, aslında onları kitaplara yaklaştırmakta kullanabileceğimiz bir silahtır. Çocuklar rol model alarak öğrenmeye de meyilli oldukları için, aile “kitap okumayı sevdirme seferberliğinde” baş rollerde olmalıdır. Örnek olma, bir kitaba karşı merak uyandıracak konuşma içinde bulunma ufak ancak önemli adımlar olabilmektedir. Eğitim sistemimizdeki ezberci, dayatmacı ve içi boş eğitim anlayışından da vazgeçildiğinde kitaplara ciddi olarak yönelme ve güvenme olacaktır. Bu da bizi bilinçli ve sağlıklı bir topluma taşıyacaktır.

Duygu Çavdar

1 yorum:

  1. gülümseyerek okudum , her paragraf için ayrı bir özdeşleşme...''ikra'' dendiğinde anlayarak bilerek bir okuma kastediliyordu ve bu bilgi öylesine derin ve geniştiki örtüye sığındık,saklandık,çünkü kimse bize büyük düşünmeyi öğretmemişti,biz küçük düşüncelerle büyük kitapların altında ezim eziliyor ve üzerimize çöken karabasanı olsa olsa yüktür diye kenara fırlatıyorduk...Herşey bir yana anlamak güzel,ne olursa olsun,nasıl olursa olsun,herşeye rağmen olsun güzel...En azından biz kaçış çizgisinden ip atladık ve zamansız,mekansız,kocaman bir dünyadayız artık...

    YanıtlaSil