22 Aralık 2010 Çarşamba

KÜRESELLEŞME VE DIŞA BAĞIMLILIK (ŞEKER FABRİKALARININ ÖZELLEŞTİRİLMESİ OLGUSU ÜZERİNDEN BİR DEĞERLENDİRME)

Türkiye’de özelleştirme yeni liberal politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.Özelleştirmenin nedenleri arasında özellikle sanayileşmiş ülkeler arasındaki rekabetin kızışması,iç ve dış pazarların daralmasını gösterebiliriz.Özellikle 1980’lerden itibaren ekonomide baş gösteren durgunluk ve gerileme nedeniyle Tekelci Sermayenin karlılığındaki düşüşü de atlatmak için Amerika ve Britanya’da başta kendi devletlerinde olmak üzere sosyal devlete karşı savaş açıldı.

Bu bağlamda varlıklı kesimlerin gelir vergileri düşürüldü,işçi sendikaları etkisiz duruma getirilmeye çalışıldı,karları sabit olan kamu kurumları özelleştirilmeye başlandı.Ekonomik dengenin sermayenin lehine değiştirilme çabaları krizi atlatmaya yetmediği için de gelişmekte olan ülkelerin katma değerleri eskisine oranla daha da denetlenmeye başlandı.Tüm bunlar olurken de bunlar olumlu bir çağrışım yapan “küreselleşme” teriminin altına saklandı.

“Küreselleşme,hepimizin git gide ‘tek bir dünyada’ yaşadığına işaret eden bir olgudur.” türünden ifadeler olumlu bir izlenim yaratacak şekilde insanların beynine yerleştirildi.Aslında bu tanımlama küreselleşmenin kendi gerçekliğini de bünyesinde taşımaktadır. “Tek bir dünyada yaşama”da gizlidir bu.Bu dünya gelişmiş ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda oluşturulan,bu uğurda gelişmekte olan ülkelerin fakirlik,kötü beslenme,yabancı para hakimiyetinin pekiştirildiği bir dünyadır.Teknoloji ve gelişen iletişim araçlarının da sayesiyle gelişmekte olan ülkeler tüketim ve üretim alışkanlıkları ve emekleriyle de gelişmiş ülkelerin,yani sermayenin iyice etkisi altına girmektedirler.

Bu durumu şekerin özelleştirilmesi meselesinde de açıkça görebiliriz. Şeker Şirketi, 1925 yılında “Şeker İnhisar Kanunu” gereği kuruldu. 2000 yılına gelindiğinde, Türkiye’de 25’inin sermayesinin tamamı devlete ait 27 adet şeker fabrikası vardı. Şeker fabrikalarının dışında, şirkete ait makine fabrikaları, elektromekanik aygıtlar fabrikası ve tohum üretim çiftliği (Sarımsaklı Tohum Üretim Çiftliği) vardı. TSFAŞ, 2000 yılında özelleştirme kapsamına alındı. 2001 de “Yeni Şeker Yasası” çıktı.Şeker Yasası gereğince de Şeker Kurulu oluşturuldu.

Yeni Şeker Yasası ile şeker pancarı,şeker ve yan ürünlerin fiyat belirlenmesi güdümlü olarak oluşturulan şeker kuruluna veriliyor.Bu durum da üretimi olumsuz olarak etkiliyor.Şeker fiyatlarında vergilerden meydana gelen artışlar tüketiciye doğrudan yansıtılmaya başlanıyor.Bunun sonucunda da şeker ve tatlandırıcı piyasasındaki etki zarar görmeye başlıyor.Ayrıca verimli çalışan fabrikaların özelleştirilmesi ile özel kesime haksız bir kazanç aktarılmaya başlandı.Verimsiz arazilerde pancar üretimini desteklemek ve bu bağlamda istihdam yaratmak amacıyla kurulan fabrikaların kapatılmasıyla da üretim düşmeye başladı. Şeker pancarından elde edilen şeker üretimine getirilen kota ile üretim olumsuz etkilendi ve kimi dış ve iç güçlere haksız kazanç aktarılmaya başlandı (Türkiye’de nişasta bazlı tatlandırıcı kotası %15’e kadar çıkarıldı, oysa Avrupa Birliği’nde bu kota %2’ler civarında). Şeker pancarı üretiminin düşmesiyle pancar çiftçisi fakirleşme sürecine girdi, işsizlik artmaya başladı, hayvansal üretim ve nakliye sektörünün de zarar gördüğünü söyelebiliriz.Çünkü şeker posası hayvan yetiştiriciliği ve besiciliğinde önemli ve ucuz bir besin kaynağıdır.Ayrıca şeker pancarı taşımacılık sektöründe 25 milyon ton yük sağlamaktaydı.Üretimin düşmesi,imkanların kısıtlanması bu sektörleri de etkileyecektir.Ayrıca şekerde var olan yeterlilik de 2000’den bu yana sona ermeye başladı ve dışa bağımlılık kendini göstermeye başladı.

Kısacası “küreselleşme” olgusu adı altında ilerleme,gelişme,yenilik gibi vaatlerle özelleştirmeler ülkeleri dışa bağımlı hale getirmektedir.Küreselleşmenin vaatlerinden olan “dünyanın her yerindeki insanların dünyanın her yerindeki zenginliklerden yararlanması” düşüncesi aslında insanların dünyanın belli kesimlerinde birikmiş olan zenginliklerin etkisiyle ve o zenginlikleri daha da arttırmak için kendi içindeki eşitsizlik,ve “refahsızlık” pahasına “küreselleşme” umuduyla bağımlı hale gelmesi şeklinde boy göstermektedir.Yani küreselleşme aslında bizleri etrafa yaydığı ortak bir dünya yerine kutuplaşmış bir dünyaya maruz bırakmaktadır.Gelişmiş ülkeler deyince aklımıza “batı”,gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkeler deyince de “doğu” kavramları gelmesini bile “küreselleşme” denilen olgunun kendi için elde ettiği bir başarı olarak görmekteyim.

Ayrıca küreselleşme yalnızca ekonomik etmenler sonucu ortaya çıkan bir olgu değildir.Ekonomik,politik,sosyal ve kültürel etmenleri bir arada düşünmeliyiz.Bunu da göz önünde bulundurarak küreselleşmenin dünya sistemi içindeki yerimizi belirlemenin yanında günlük hayatlarımızı da etkilediğini söyleyebiliriz.Özelleştirmeler sonucunda üretim-tüketim alışkanlıkları,emek gücü ya da gelirler değişeceği için toplumdaki diğer unsurlarla olan ilişkiler hatta kendi kendimizle olan ilişkiler değişecektir.Yani küreselleşme aslında özel hayatlarımıza da nüfuz etmektedir.

Dışa bağımlı olmak ifadesini,özgünlüğün yitirilmesi,ekonominin geride kalmaya mecbur olması demektir.Kısacası bu bizi emperyalizme yaklaştıran bir durumdur.Bu yüzden özelleştirme projelerini onaylamadan önce tüm bunları göz önünde bulundurmak gerektiğine inanıyorum.

19 Aralık 2010 Pazar

"OKU!"

Bugün, çocukluğumdan kalma Çorlu’daki kitaplığıma göz gezdirerek, o yıllarda neler okuduğumu, nelere karşı ilgimin olduğunu hatırlamak istedim. Kitaplık, o zamanki yaşımın ve düzeyimin de etkisiyle gençlik kitapları ve polisiye romanlarıyla dolu. Şeker Portakalı, Sofie’nin dünyası, Bir Çift Yürek, Da Vinci’nin şifresi, Melekler ve Şeytanlar, Yanık Yüz gibi. Tüm bu kitapları nasıl ilgi ve merakla okuduğumu anımsarken, gözüm Montaigne’nin Denemeler’ine ilişti. Ve o kitabı okuduğum zamanlara dair anlar gözlerimin önüne geldi.

Yaşım on dört. Lise hazırlık sınıfına yeni başladık. LYS stresini üzerimizden yeni yeni atıyoruz. Bir yandan da okuldaki arkadaşlarımızla kaynaşıp derslere odaklanmaya çalışıyoruz. Her şey güzel yani. Olması gerektiği gibi.

Derken Türkçe öğretmenimiz geliyor ve okuyup özetlememiz için bize bir kitap ödevi veriyor. Montaigne’nin Denemeler’ini. Hepimiz Montaigne’yi bir şekilde duymuşuz, biliyoruz. Kimimiz hevesle, kimimiz ödev olmasının verdiği mecburiyetle okumaya başlıyoruz. Ama pek ilerleyemeden tıkanıyoruz. Yeteri kadar anlayıp sindirememişliğimizden kaynaklanıyor olsa gerek, sıkılıyoruz. Kitap elimizde sürüklenir hale geliyor. Cümleler tekrar tekrar okunuyor, ancak zihinler bir türlü bütünün vermek istediği mesaja odaklanamıyor. Bir süre sonra bakıyoruz ki Montaigne’yi anlama derdinden vazgeçmişiz. Ödevi bir an önce bitirip, üzerimizdeki bu baskıdan kurtulma fikrine odaklanmışız. Hal böyle olunca, kitap elimizde daha bir sürüklenir olmuş.

Neyse ki bir şekilde, zarla zorla, şimdi artık kimimiz değil, tümümüz mecburiyet hissine kapılarak, kitaptan cümleler alıntılayarak ödevi bitiriyoruz. Sonuç ise şuan dönüp baktığımda oldukça üzücü. Montaigne’nin Denemeler’inden hüsranla çıkıyoruz ve kitabı öteliyoruz. Dört sene boyunca ilk sene yaşadığımız bu durumun vehametini anlamamış bir şekilde, espirilerle karışık olarak durumu “Montaigne Kabusu” olarak nitelendiriyoruz.

Lise hayatımız bitiyor. Şimdi ise üniversiteye merhaba dedik. Sosyolojiye giriş dersinde sosyolojinin ne olduğunu sindirmeye çalışırken, bu kez de üniversite hocamız bir kitap özetleme, yorumlama ödevi veriyor. Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler’ini. Okumaya başlıyoruz ve görüyoruz ki anlamıyoruz. Var olan milliyetçilik, millet, egemenlik, cemaat bilgimiz, anlayışımız kitabı anlayıp yorumlamamıza yetmiyor. Ve sonuçta “Hayali Cemaatler”de bir nevi Montaigne’nin Denemelerinin kabusuna dönüşüyor.

Zaman geçiyor ve birikim kazanıyoruz. Arkadaşlarla bazen aramızda konuşuyoruz; “Hayali Cemaatler’i şimdi elimize alsak yüksek ihtimalle sorun yaşamayız.” diye. Ancak bizim kendi karakteristik zayıflığımızdan olsa gerek, okumaya bir türlü yanaşamıyoruz. Derken üçüncü sınıfa geliyoruz. Kültür sosyolojisi dersinin okuma listelerine göz gezdirirken tüm gözler tek bir noktaya odaklanıyor. “Hayali Cemaatler”. Amfide fısıltılar, bakışmalar, gülüşmeler baş gösteriyor.

Okumalar yapılıyor, sınavlar yaklaşıyor. Ve biz Anderson’u hala okumadık. Okumak istemek ile istememek arasındaki bir yerlerde çatışma yaşıyoruz. Sonra bir gün gözümü karartıp alıyorum elime kitabı. Kitap bir çırpıda bitiyor. İki sene boyunca önyargılarla anımsadığımız kitap, artık anlam derinliği yoğun, okuması zevkli bir kaynak olarak gözüküyor gözüme. Artık arkadaşlarla aramızda; “Nasıl da anlayamamışız, nasıl da sıkılmışız!” türünden konuşmalar geçiyor.

İşte bu sıralar Montaigne’yi hatırlıyorum. Zihnimin derinliklerinden, tekrar okumam gerektiği fikrini söküp yüzeye çıkartıyorum. Ancak bunu bu kadar geç göz önünde bulundurduğum için de kendime kızıyorum.

Doğrusunu söylemek gerekirse, o ödevleri veren öğretmenlerime de biraz kızmadan edemiyorum. Onların, bu “değerleri” okuyup birikim elde etmemizi istediklerinin farkındayım. Yalnız bir yerlerde hata olduğunu düşünüyorum. Zamanlama ya da uygulama hatası gibi. Ancak bu durumu kişiler bazına indirgemek yanlış olur. Durumu ya da hatayı sistem ölçeğinde ele almak gerektiğine inanıyorum.

Öyle bir eğitim sistemine sahibiz ki, öğrencilerin düzeylerini göz ardı ederek onları eğitmeye çalışıyoruz. Örneğin on yaşında olan bir öğrencinin şu algı düzeyinde olması gerekir diye düşünerek, onları kalıplaşmış sisteme uydurmaya, dahil etmeye çalışıyoruz. Zeka düzeylerini, algılayış biçimlerini, sosyo-kültürel yaşam biçimleri tarafından biçimlenmiş olan ve farklılık gösteren birikimlerini, yeteneklerini göz ardı ederek, tek tip bir sistemin içinde, onları forme etme yoluna gidiyoruz. Kişisel ilgi ve merakların pek bir önemi yok! Önemli olan eserleri ezbere bilmeleri, problemlerdeki sayıları formüllere oturtabilmeleri.

“Denemeler” ve “Hayali Cemaatler” benim hayatıma zamanlama hatası olarak girdiler. Eminim ki birçoğumuzun zihninde bunlara benzer örnekler vardır. Türk eğitim sistemi içinde yetişmek böyle bir şey olsa gerek.

Ne yazık ki, kitap okuma alışkanlığının düşük olduğu bir toplumuz. Bunun, diğer toplumsal sorunların tümünün kökünde yatan neden olduğu kanaatindeyim. Ayrıca Voltaire’nin de dediği gibi; “Ülkeleri yönetenler insanlar değil, kitaplardır.” Okuyan insan, okudukça bilgisizliğini, yetersizliğini hissedecek, bu hissi tattıkça daha çok okumak isteyecek, okudukça da yeni şeyler öğrenmenin verdiği hazzı yaşayacaktır. Sonsuz bir döngüdür bu. Sürekli dillerde olan bir söze ben de hak vermekteyim. “Çocuklara küçük yaştan itibaren okuma alışkanlığı kazandırılması gerekmektedir.” Ancak savunduğum bir şey var ki, o da ödev ile çocuklara okuma alışkanlığının ve kitap sevgisinin aşılanamayacağı. Ödev, algılarda zorunluluğu çağrıştırmaktadır. Başkalarının, sizin ne yapacağınıza karar verdiğinin hükmünü belirten kuraldır. Yani kendi isteğinizin ötesinde bir şeydir. Bu durum da insan psikolojisinde zaman zaman ters tepkiye neden olabilmektedir.

İlkokul çağındaki çocuklara, “Şu kitabı oku.” demek, onları kitap okumaya karşı isteksizliğe, dahası okumaya karşı gizli bir direnişe götürebilmektedir. Halbuki çocuk, kitap okumaya özenerek, isteyerek okumalıdır. O yaşlarda yoğun olarak açığa çıkan merak güdüleri, aslında onları kitaplara yaklaştırmakta kullanabileceğimiz bir silahtır. Çocuklar rol model alarak öğrenmeye de meyilli oldukları için, aile “kitap okumayı sevdirme seferberliğinde” baş rollerde olmalıdır. Örnek olma, bir kitaba karşı merak uyandıracak konuşma içinde bulunma ufak ancak önemli adımlar olabilmektedir. Eğitim sistemimizdeki ezberci, dayatmacı ve içi boş eğitim anlayışından da vazgeçildiğinde kitaplara ciddi olarak yönelme ve güvenme olacaktır. Bu da bizi bilinçli ve sağlıklı bir topluma taşıyacaktır.

Duygu Çavdar

17 Aralık 2010 Cuma

BİREY OLMAK: Eşitlik, Özgürlük ve Özgür İrade Üzerine

"Her insan özgür ve eşit doğar. İnanç özgürlüğü diye bir şey vardır." Ne büyük yalan. Evet, bu olması gerekendir. Ancak ne var ki toplumsal hayata kuş bakışı baktığımızda bile bunun ütopik bir söylem olarak kaldığını görmekteyiz.

İnsanlar eşit doğmazlar. Doğamazlar. Doğumla birlikte içine düşülen toplumsal hayatta, birileri birilerine göre daha eşit kılınmıştır zaten. Parçası olduğumuz aile, ekonomik ve sosyal hiyerarşide nerede yer alıyorsa biz de o katmanda yer almaktayız. "Toplumsal hiyerşi" ve "katman" ile Marx'ın bahsettiği sınıf kavramına atıfta bulunmuyorum. Çünkü post-modern dünyada hiyerarşik yapılanmanın kesin çizgilerle ayrıldığını düşünmüyorum. Günümüzde ekonomik düzey ve toplumsal yaşam kalıplarına bakarak ismi belirli bir sınıf portresini işaret etmek pek mümkün olmamaktadır. Hiyerarşik yapılanmadaki tabaklaşma geçirgendir. Katmanlar etkileşim halindedir. Post-modern dünya içinde değerlendirilen "tüketim toplumu"nda esas olan, "sembolleri, idealleri, fantazmaları" tüketmektir. (Baudrillad; Tüketim Toplumu). Ve bu tüketim anlayışı da toplumun bütününe hitap etmektedir.Sınıf tezahürünün günümüzde değiştiğini kendi yaşam biçimimizi gözlemleyerek de görebilmekteyiz. Örneğin, benim babam kapitalist bir üretim fabrikasında işçi olarak çalışmaktaydı. Ancak gerek ekonomik, gerekse sosyo-kültürel bakımdan "orta sınıf burjuva" özelliklerine sahip bir aile olduğumuzu söyleyebilirim.

Özgürlük kavramından bahsedecek olursak, toplumda yaşamanın bir kuralı olarak "başkalarının özgürlüğünü engellemeyecek kadar özgürüzdür." Buna bir itirazım yok. Çünkü insan özgürlüğe, toplumsal yaşam da düzene ihtiyaç duymaktadır. Aynı zamanda insan toplumsal yaşama da ihtiyaç duymaktadır. (Dahası toplumsal hayattan kaçma gibi bir durum pek mümkün değildir.) Bu yüzden toplumsal olanın içinde yer alabilmek için insan, özgürlüğüne zaman zaman sınırlar çizmek durumunda kalmaktadır. İnsan, toplumsal olanı meydana getiren temel unsur olan "birey"e, ancak bir nevi otokontrol olan bu özgürlük sınırlaması ile dönüşmektedir. Demokrasi, toplumsal olan ile birlikte var olan bir ideolojidir. Ancak gelin görün ki, toplumsal hayatın içinde yer alan "demokratik özgürlük", siyasi yaşam içinde sınırlandırılmakta ve kişilerin "birey"likleri tehlikeye düşmektedir. Dolayısıyla gerçek anlamda var olan "toplumsallık" da tehlikededir. Tam da burada iktidar ve üniversite öğrencileri arasındaki anlaşmazlıklardan, ayrıca üniversitelere sokulan sivil polislerden bahsetmek gerekmekte. Fakat bu başlı başına ele alınması gereken bir konu olduğu için, şimdilik başka bir yazıya erteliyorum.

Bu yazıda vurgu yapmak istediğim diğer bir nokta da , özgürlüğün "irade" kavramıyla olan ilişkisi. İnsanlar doğdukları andan itibaren Pavlo'cu bir zihniyetle, kendi iradeleriyle seçim yapmamaya koşullandırıldıkları için, var olduğu söylenen "özgür irade"kavramı da bir söylemden öteye gidememektedir. Bu konu hakkındaki göüşlerimi bir örnek olay üzerinden ifade etmek istiyorum.

Latin Amerika'da polis ve öğrenciler arasında çıkan çatışmanın haberini izliyorum. Görüntüler pek tanıdık. Polis, eylemde olan öğrencilere saldırıyor, kimilerinin saçlarından sürüklüyor. Aynı şekilde öğrenciler de polise karşı hücumda. Eylemin nedeni, okullarda zorunlu din dersinin kaldırılması. Seyir halindeyken eylemin nedenini tuhaf bulduğumu farkediyorum. Ancak Arjantin'in sistemi hakkında bilgimin olmadığını göz önünde bulundurarak, yargılarıma geçici süreyle, anlık olarak ket vurma kararı alıyorum. ( An itibarıyla elimde bilgi alma olanaklarının olmamasından dolayı.) Düşüncelerim, konuyla alakalı olarak kendi toplumsal yaşamamız üzerinde gezinmeye başlıyor. Konu, çevremdeki insanlarla sık sık tartıştığım bir konu. Bu yüzden yargılarım zaten hazır.

Doğuyorum, kimliğime "müslüman" yazılıyor. Kulağıma ezan sesi ile birlikte üç kez ismim fısıldanıyor. Kimliğime her baktığımda kan grubumun ne olduğunu hatırlamakla birlikte, dinimin "İslam" olduğunu hatırlıyorum. Üstüne üstlük ilk okuldan lisans seviyesine kadar okullarda verilen din dersi sayesinde, müslümanlığın içeriğinden çok "müslüman olma"yı öğreniyorum. Okullardaki zorunlu din bilgisi dersine karşı olduğumu dile getirdiğimde ise, yadırgar bir tavırla, "öğrenme çağındaki çocuklara dinin tanıtılması ve sevdirilmesinin" amaç olduğu söyleniyor. Aslında din, çocuklara dayatılıyor. Şöyle dönüp geriye baktığımda gerçekten, islamiyete dair kayda değer bilgiler verilmediğini görüyorum. Ayrıca başka dine mensup öğrencilerin demokratik özgürlükleri de bu konuda engellenmiş oluyor.

Ben düşüncelerimi dile getirdikçe, uygulamanın bu olduğu, inanıp inanmamakta özgür olduğum ifade ediliyor. Ancak gözden kaçırılan (daha doğrusu öyle davranılan) bir şey var. Bireyler doğdukları andan itibaren "müslüman olma" unsuruyla birlikte toplumun içinde sosyalleşme sürecini yaşadıklarından dolayı, bu konu hakkında özgür iradelerini kullanmayı bilmiyorlar. Zaten inançları birileri tarafından belirlenmiş olarak var oluyorlar. Zihinlerde kalıp yargılar oluşturulmuş. Bu safhada özgür iradeyi devreye sokup, objektif düşünüp din seçmek biraz zor gibi gözüküyor. İmkansız değil. Ancak toplumun genel kesimi düşünüldüğünde gerçekten zor.

Halbuki nüfus cüzdanlarındaki din bölümü en başından beri boş bırakılsaydı, din bilgisi dersleri isteğe bağlı olsaydı ve dersler dini gerçek anlamda öğretir olsaydı "özgür irade" kavramı söylem olmaktan biraz daha öteye gitmiş olurdu. Ve bireyler de daha "birey" olurdu.

Duygu ÇAVDAR

15 Aralık 2010 Çarşamba

"WIKILEAKS NE Kİ? İLAÇ MI?"

Malumunuz son günlerde bir Wikileaks’tir gidiyor. Yerel-özel her radyo ve tv kanalında, yazılı basında, kısacası her bültende bahsediliyor bu konudan. Wikileaks’te belgelerin açıklanmasının yarattığı diplomatik sarsıntı başlı başına incelenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken temel bir konu. Ancak bugün benim üzerinde durmak istediğim nokta Wikileaks’in halkın üzerindeki etkisi. Hatta gözlemlerimden sonra bu noktayı biraz daha geri çekip, halka göre Wikileaks’ın ne olduğu üzerinde durmak zorunda kalmaktayım.

Wikileaks henüz belgeleri açıklamaya başlamadan önce habere yoğun bir şekilde basında yer verildi. “Dünya nefesini tuttu, Wikileaks’ın belgeleri açıklamasını merakla bekliyor.” Belgeler açıklandıkça diplomaside titreşimler oluyor. Wikileaks dizisinin baş yıldızlarından biri de Türkiye. Türkiye ile ilgili 15.000 in üzerinde belgenin var olduğu söylenmekte. Ülkeler arası ilişkilerimiz hakkında, cumhurbaşkanı, başbakan ve birçok bakan hakkında açıklanan bilgiler ayrı ayrı haberleştirilerek sunuluyor halka. Dünya duruyor, medyada “wikileaks” konuşuyor. İç ve dış diplomasi deprem tehlikesinde. Kısacası bu konu gündemde çok yönlü bir haber ağı oluşturuyor.

Wikileaks’ın belgeleri açıklamaya başlamasının üzerinden 3 gün geçmiş durumda. Hasta olduğumu haber alan bir arkadaşım halimi hatrımı sormak için beni aramış. Havadan sudan konuşuyoruz. Bir süre sonra bakıyorum arkadaşın telefonu kapatmaya niyeti yok, ancak sohbet de yürümüyor, o anda gayri ihtiyari olarak soruveriyorum “Wikileaks hakkında ne düşünüyorsun?” diye. Pek araştırmadığını söylüyor. Ve soruyor: “Wikileaks bir dergi dimi? Neyi açıklıyormuş peki?” bunu duyunca açıkçası oldukça şaşırıyorum ve rahatsız oluyorum. Bu hislerimi gizleyememiş olmalıyım ki, arkadaşım öğrenmeye çalıştığını söylüyor. Kendimi toparlayıp, bildiklerimi, izlediklerimi elimden geldiğince anlatmaya çalışıyorum. Ama ne yalan söyleyeyim büyük hayal kırıklığına uğramış bulunuyorum.

Bu olayın üzerinden yaklaşık olarak bir hafta geçiyor. Wikileaks hala basında büyük yer kaplamakta. Bir yandan belgeler açıklanmaya devam ediyor, bir yandan muhalefet ve iktidar kendi arasında “wikileaks” savaşı yaşıyor. Ülkeler arasındaki kritik durumdan bahsetmiyorum bile. Derken Star Haber’de bir haber çıkıyor karşıma. Mikrofon vatandaşa uzatılıyor ve “Wikileaks nedir?” sorusuna yanıt aranıyor. Başlarda soruyu çok yadırgıyorum. “Wikileaks’in belgeleri açıklaması hususunda ne düşünüyorsunuz?” türünden bir soru sorulmasının çok daha mantıklı olacağını düşünüyorum. Ancak haberi izleyince bu düşüncemden hemen vazgeçiyorum. Çünkü verilen yanıtlar karşısında dehşete düşüyorum. Dehşete düşmek deyiminin kulağa biraz ağır geldiğinin farkındayım. Ama yine de durumu açıklayan en uygun ifadenin bu olduğunu düşünüyorum. Güzel vatandaşım ya Wikileaks’i duymamış ya da Wikileaks’ın ilaç adı, tekstil markası, çizgi film karakteri, sporcu olduğu üzerinde yorumlar yapıyor. Söylenenler o kadar uç noktalardaki bunun bir şaka olup olmadığı üzerinde tereddütler yaşıyorum.

Şuan hala daha bu haberin bir abartı olmasını diliyorum ve görüyorum ki haberde abartı unsuru kullanılmış. Ancak ne var ki birkaç arkadaşımla aramda geçen muhabbetten de feyz alarak gerçeklik payı olduğu fikri beynimin içinde dolaşıyor.

Etrafımız hızla gelişen teknolojinin önemli bir uzantısı olan kitle iletişim araçlarıyla sarılmış durumda. Hatta öyle bir durumdayız ki, kitle iletişim araçlarının esiri olduk. Her türlü ihtiyacımızı sanal olanın üzerinden tatmin etme arayışındayız. Televizyonu, telefonu, radyosu, interneti, yazılı basını hepsi birbiri içine geçmiş durumda.

Eski çağlar nezdinde düşünüldüğünde artık bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğunu görmekteyiz. Enformasyon toplumu olarak adlandırılan günümüzde bilgi artık her yerde her şekilde bulunmakta ve kullanılmaktadır. Bilgiye ulaşmanın araçları ise, sosyo-kültürel ve ekonomik farklılıklara rağmen sınıf tezahürüne tezat bir şekilde toplumun büyük kesiminin elinin altında. Ancak bilgiye ulaşımın bu kadar kolay olması bilgiyi değersizleştirmektedir. Hepimizin bildiği bir şey vardır ki, insanoğlu ulaşılması zor olan şeyleri arzulamaktadır.

Ayrıca teknoloji çağında makinalar bir zamanlar insanların yaptığı işleri artık insanlar için yapar duruma geldiklerinden, teknoloji çağı insanlar bazında “tembellik çağına” dönüşmektedir. Enformasyon toplumunda esas olan kol gücü değil, kafa gücüdür. Kol gücünü gerektirecek şeyleri zaten makinalar yapmakta. Bu bakımdan düşünüldüğünde insanın düşünmeye ayıracak zamanı ve enerjisi olmalı. Ancak makinalar insanı her bakımdan köreltmekte, düşünmek gerektiğini düşünmez hale getirmektedir. Kısacası bilgiye ulaşmanın en kolay çağı olan “bilgi çağı” bilgisizleştirme özelliğiyle nam salar hale gelmektedir.