17 Aralık 2010 Cuma

BİREY OLMAK: Eşitlik, Özgürlük ve Özgür İrade Üzerine

"Her insan özgür ve eşit doğar. İnanç özgürlüğü diye bir şey vardır." Ne büyük yalan. Evet, bu olması gerekendir. Ancak ne var ki toplumsal hayata kuş bakışı baktığımızda bile bunun ütopik bir söylem olarak kaldığını görmekteyiz.

İnsanlar eşit doğmazlar. Doğamazlar. Doğumla birlikte içine düşülen toplumsal hayatta, birileri birilerine göre daha eşit kılınmıştır zaten. Parçası olduğumuz aile, ekonomik ve sosyal hiyerarşide nerede yer alıyorsa biz de o katmanda yer almaktayız. "Toplumsal hiyerşi" ve "katman" ile Marx'ın bahsettiği sınıf kavramına atıfta bulunmuyorum. Çünkü post-modern dünyada hiyerarşik yapılanmanın kesin çizgilerle ayrıldığını düşünmüyorum. Günümüzde ekonomik düzey ve toplumsal yaşam kalıplarına bakarak ismi belirli bir sınıf portresini işaret etmek pek mümkün olmamaktadır. Hiyerarşik yapılanmadaki tabaklaşma geçirgendir. Katmanlar etkileşim halindedir. Post-modern dünya içinde değerlendirilen "tüketim toplumu"nda esas olan, "sembolleri, idealleri, fantazmaları" tüketmektir. (Baudrillad; Tüketim Toplumu). Ve bu tüketim anlayışı da toplumun bütününe hitap etmektedir.Sınıf tezahürünün günümüzde değiştiğini kendi yaşam biçimimizi gözlemleyerek de görebilmekteyiz. Örneğin, benim babam kapitalist bir üretim fabrikasında işçi olarak çalışmaktaydı. Ancak gerek ekonomik, gerekse sosyo-kültürel bakımdan "orta sınıf burjuva" özelliklerine sahip bir aile olduğumuzu söyleyebilirim.

Özgürlük kavramından bahsedecek olursak, toplumda yaşamanın bir kuralı olarak "başkalarının özgürlüğünü engellemeyecek kadar özgürüzdür." Buna bir itirazım yok. Çünkü insan özgürlüğe, toplumsal yaşam da düzene ihtiyaç duymaktadır. Aynı zamanda insan toplumsal yaşama da ihtiyaç duymaktadır. (Dahası toplumsal hayattan kaçma gibi bir durum pek mümkün değildir.) Bu yüzden toplumsal olanın içinde yer alabilmek için insan, özgürlüğüne zaman zaman sınırlar çizmek durumunda kalmaktadır. İnsan, toplumsal olanı meydana getiren temel unsur olan "birey"e, ancak bir nevi otokontrol olan bu özgürlük sınırlaması ile dönüşmektedir. Demokrasi, toplumsal olan ile birlikte var olan bir ideolojidir. Ancak gelin görün ki, toplumsal hayatın içinde yer alan "demokratik özgürlük", siyasi yaşam içinde sınırlandırılmakta ve kişilerin "birey"likleri tehlikeye düşmektedir. Dolayısıyla gerçek anlamda var olan "toplumsallık" da tehlikededir. Tam da burada iktidar ve üniversite öğrencileri arasındaki anlaşmazlıklardan, ayrıca üniversitelere sokulan sivil polislerden bahsetmek gerekmekte. Fakat bu başlı başına ele alınması gereken bir konu olduğu için, şimdilik başka bir yazıya erteliyorum.

Bu yazıda vurgu yapmak istediğim diğer bir nokta da , özgürlüğün "irade" kavramıyla olan ilişkisi. İnsanlar doğdukları andan itibaren Pavlo'cu bir zihniyetle, kendi iradeleriyle seçim yapmamaya koşullandırıldıkları için, var olduğu söylenen "özgür irade"kavramı da bir söylemden öteye gidememektedir. Bu konu hakkındaki göüşlerimi bir örnek olay üzerinden ifade etmek istiyorum.

Latin Amerika'da polis ve öğrenciler arasında çıkan çatışmanın haberini izliyorum. Görüntüler pek tanıdık. Polis, eylemde olan öğrencilere saldırıyor, kimilerinin saçlarından sürüklüyor. Aynı şekilde öğrenciler de polise karşı hücumda. Eylemin nedeni, okullarda zorunlu din dersinin kaldırılması. Seyir halindeyken eylemin nedenini tuhaf bulduğumu farkediyorum. Ancak Arjantin'in sistemi hakkında bilgimin olmadığını göz önünde bulundurarak, yargılarıma geçici süreyle, anlık olarak ket vurma kararı alıyorum. ( An itibarıyla elimde bilgi alma olanaklarının olmamasından dolayı.) Düşüncelerim, konuyla alakalı olarak kendi toplumsal yaşamamız üzerinde gezinmeye başlıyor. Konu, çevremdeki insanlarla sık sık tartıştığım bir konu. Bu yüzden yargılarım zaten hazır.

Doğuyorum, kimliğime "müslüman" yazılıyor. Kulağıma ezan sesi ile birlikte üç kez ismim fısıldanıyor. Kimliğime her baktığımda kan grubumun ne olduğunu hatırlamakla birlikte, dinimin "İslam" olduğunu hatırlıyorum. Üstüne üstlük ilk okuldan lisans seviyesine kadar okullarda verilen din dersi sayesinde, müslümanlığın içeriğinden çok "müslüman olma"yı öğreniyorum. Okullardaki zorunlu din bilgisi dersine karşı olduğumu dile getirdiğimde ise, yadırgar bir tavırla, "öğrenme çağındaki çocuklara dinin tanıtılması ve sevdirilmesinin" amaç olduğu söyleniyor. Aslında din, çocuklara dayatılıyor. Şöyle dönüp geriye baktığımda gerçekten, islamiyete dair kayda değer bilgiler verilmediğini görüyorum. Ayrıca başka dine mensup öğrencilerin demokratik özgürlükleri de bu konuda engellenmiş oluyor.

Ben düşüncelerimi dile getirdikçe, uygulamanın bu olduğu, inanıp inanmamakta özgür olduğum ifade ediliyor. Ancak gözden kaçırılan (daha doğrusu öyle davranılan) bir şey var. Bireyler doğdukları andan itibaren "müslüman olma" unsuruyla birlikte toplumun içinde sosyalleşme sürecini yaşadıklarından dolayı, bu konu hakkında özgür iradelerini kullanmayı bilmiyorlar. Zaten inançları birileri tarafından belirlenmiş olarak var oluyorlar. Zihinlerde kalıp yargılar oluşturulmuş. Bu safhada özgür iradeyi devreye sokup, objektif düşünüp din seçmek biraz zor gibi gözüküyor. İmkansız değil. Ancak toplumun genel kesimi düşünüldüğünde gerçekten zor.

Halbuki nüfus cüzdanlarındaki din bölümü en başından beri boş bırakılsaydı, din bilgisi dersleri isteğe bağlı olsaydı ve dersler dini gerçek anlamda öğretir olsaydı "özgür irade" kavramı söylem olmaktan biraz daha öteye gitmiş olurdu. Ve bireyler de daha "birey" olurdu.

Duygu ÇAVDAR

3 yorum:

  1. Temelde hala bir köylü toplumu olduğumuz için sosyalleşme kavramı bizde bir boyun eğme, itaat etme şeklinde yaşanıyor.
    Ne yaptığımız değil, kim olduğumuzla anılıyoruz çünkü bir insanı değerlendirirken veya dünyayı algılarken derinlemesine düşünebilmek, bağımsız yargılarla bakabilmek gerekir ki bu bizler için mümkün değil.
    "Hür irade" sahibi olarak şekillenmemişiz ki kendimizden farklı olanla iletişim kurabilelim. Daha kendimiz olamamışız ki...
    Bu kadar toplumsal "izinsizliğin" yaşandığı bir ortamda bağımsızca kendin olabilmek zor, gerçekten zor.

    YanıtlaSil
  2. "köylü toplumu" lafını ben "geleneksel toplum" olarak yorumluyorum.Ve söylediklerine gerçekten hak veriyorum.Evet sadece kim olduğumuzla anılıyoruz.Yaptıklarımızın ya da düşündüklerimizin bizim kimliğimizi oluşturduğunu göz ardı ediyoruz.Bakma eyleminin görme duyusuna götüren bir araç olduğunu unuturak,toplumsal olana ya da toplumsalın içindeki kişilere bakmadan onları görmeye çalışıyoruz. Daha doğrusu görmüşüz gibi davranıyoruz.
    Yani algı devre dışı!
    Kendimiz olamadığımızı farkedemiyoruz bile. Başkalarının uzantısı olarak (ki bu da ataerkil toplum olmanın bir sonucu olsa gerek, birilerinin fikirlerini kendi fikirlerimizmiş sanarak kendimizi ortaya koymaya çalışıyoruz.
    "İzinsizlikleri" dinin, ahlakın, etiğin arkadasına saklayarak meşrulaştırıp arzularımıza,duygularımıza,düşüncelerimize,eylemlerimize ket vuruyoruz.Kısacası birilerinin istediği türden insanlar olabilmek için "kendimizden" vazgeçiyoruz.Ve en kötüsü de bunu farkında olmadan gerçekleştiriyoruz.

    YanıtlaSil